Bugün müze olarak kullanılmakta olan Mevlâna Dergâhı’nın yeri, Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi iken bahçe, Sultan Alâeddin Keykubad tarafından Mevlâna’nın babası Sultânü’l-Ulemâ Bâhaeddin Veled’e hediye edilmiştir.
Sultânü’l-Ulemâ 12 Ocak 1231 tarihinde vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Bu defin gül bahçesine yapılan ilk defindir.
Sultânü’l-Ulemâ’nın ölümünden sonra kendisini sevenler Mevlâna’ya müracat ederek babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Mevlâna “Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur” diyerek bu isteği reddetmiştir. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled Mevlâna’nın mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiştir. “Kubbe-i Hadra” (Yeşil Kubbe) denilen türbe dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine 130.000 Selçukî dirhemine Mimar Tebrizli Bedrettin’e yaptırılmıştır. Bu tarihten sonra inşaî faaliyetler hiç bitmemiş 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir.
Mevlevî Dergâhı ve Türbe 1926 yılında “Konya Âsâr-ı Âtîka Müzesi” adı altında müze olarak hizmete başlamıştır.1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve müzenin adı “Mevlâna Müzesi” olarak değiştirilmiştir.
Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır.
Müzenin avlusuna “Dervîşân Kapısı” ndan girilir. Avlunun kuzey ve batı yönü boyunca derviş hücreleri yer almaktadır. Güney yönü, matbah ve Hürrem Paşa Türbesi’nden sonra, Üçler Mezarlığı’na açılan Hâmûşân (Susmuşlar) Kapısı ile son bulur. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa türbeleri yanında semahane ve mescit bölümleri ile Mevlâna ve aile fertlerinin mezarlarının da içerisinde bulunduğu ana bina yer alır.
Avluya Yavuz Sultan Selim’in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile “Şeb-i Arûs” havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan selsebil adı verilen çeşme, ayrı bir renk katmaktadır.
Tilâvet Odası
Tilâvet Arapça bir kelime olup,Kur’an-ı Kerim’i güzel sesle ve usulüne uygun olarak okuma anlamına gelir. Geçmişte bu oda da Kur’an-ı Kerim okunulduğu için buraya tilâvet odası denmiştir. Halen Hat Dairesi olarak kullanılmaktadır.
Hat Dairesi’nde Mahmud Celaleddin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarizâde gibi devirlerinin meşhur hattatlarının levhaları yanında, Sultan II. Mahmud’un yazdığı altın kabartma bir levha da yer almaktadır. Gümüş kapı üzerinde teşhir edilmekte olan Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi’nin hattı ile yazılmış olan Molla Cami’ye ait Farsça beyitte şöyle denilmektedir.
Kabetü’l-uşşâk bâşed in mekam
Her ki nakıs amed incâ şod temam
(Bu makam aşıkların kâbesi oldu. Buraya noksan gelen tamamlanır)
Huzûr-ı Pîr (Türbe)
Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa’nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan girilir. Burada bulunan iki vitrin içerisinde Mevlâna’nın meşhur eserlerinden Mesnevi’nin, Divân-ı Kebir’in en eski nüshaları sergilenmektedir. Türbe salonunu üç küçük kubbe örter. Üçüncü kubbeye post kubbesi de denilir ve yeşil kubbeye kuzey yönünden bitişiktir.
Türbe salonu doğuda, güneyde ve kuzeyde yüksekçe bir set ile çevrilir. Kuzeyde iki parça halinde yer alan yüksek setlerde 6 Horasan erinin sandukaları yer almaktadır. Horasan erlerinin hemen ayak ucunda ise İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han için yapılmış nisan tası sergilenmektedir.
Mevlana Müzesi’ne girdiğimiz zaman, sol tarafımızda ilk dikkatimizi çeken Nisan Tası oluyor. Nisan Tası, turistlerin özellikle önünde hatıra fotoğrafı çektirdiği tarihi eserlerin başında geliyor. Nisan Tası, İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han için Musul’da tamamen bir el işçiliği ile yaptırılarak, 1333`te Mevlânâ Dergahına hediye edilmiştir. Büyük bir kupaya benzeyen kapaklı bronz tasa, Mevlevîlerce bereketli sayılan Nisan yağmurları biriktirilirmiş. Nisan ayının ilk yağmuru şifalı sayıldığı için, şifa niyetine içilir ya da hastanın başına dökülürmüş.
Müze Envanteri’nin 384 no’suna kayıtlı olan "Nisan Tası" üzerindeki kitabesine göre İlhanlı Hükümdarı Ebû Sa’id Bahâdır Han tarafından Musul’da yaptırılmış ve Emir Sungur Ağa`nın aracılığı ile, 734 H -1333 M. yılında Mevlânâ Dergâhına hediye edilmiştir. Nisan Tası, 33.375 kg. ağırlığında ve 135 cm yüksekliğindedir. Bakırdan yapılmış, kapak, gövde, bilezik ve kaide olmak üzere dört parçadan oluşur. Kapağın üzerinde, kuyruğu kırılmış olan bir horoz heykeli yer alır. Kapak ve gövdede, Ebû Sa’îd Bahâdır Han için kûfî hât ile yazılmış övgü dolu şiirler vardır. Ayrıca bedende yer alan 6 adet pano üzerinde, altın ve gümüş kakma sanatı ile yapılmış geometrik ve nebatî motiflere, başta ördek, kuş, kurt, keçi, tavşan, at, tazı gibi av hayvanları ve av sahneleri yanında, bazı tarihi olaylara, hükümdar, elçi ve cariyelerden oluşan toplantı ve eğlence motiflerine yer verilmiştir.
Yine burada yer alan iki levha, Mevlâna’nın felsefesini ve düşünce sistemini açıklaması açısından mühimdir. 1. levha Türkçedir ve şöyledir;
“Ya olduğun gibi görün
Ya göründüğün gibi ol” Hz. Mevlâna
2. levha ise Mevlana’nın Farsça bir rubaisidir. Rubainin Türkçe çevirisi şöyledir;
“Gel, Gel, ne olursan ol, gel!
İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel!”
Hz. Mevlâna
Türbe salonunu doğuda ve güneyde çevreleyen yüksekçe set üzerinde ise Mevlâna ve babası Bahaeddin Veled’in soyundan gelme, 10′u hanımlara ait olmak üzere 55 adet mezar ile, Hüsameddin Çelebi, Selâhaddin Zerkûbî ve Şeyh Kerimüddin gibi Mevlevîlikte makam sahibi olmuş 10 kişiye ait toplam 65 mezar bulunmaktadır. Hanımlara ait mezarların üzerinde yer alan sandukalara sikke konulmamıştır.
Yeşil kubbenin tam altında Mevlâna’nın ve oğlu Sultan Veled’in mezarları yer almaktadır. Mezarların üzerindeki iki bombeli mermer sandukayı 1565 yılında Kanunî Sultan Süleyman yaptırmıştır. Sandukaların üzerinde yer alan altın sırma tellerle işlenilmiş Pûşîde ise Sultan Abdülhamid II. tarafından 1894 yılında yaptırılmıştır.
Halen Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled’in mezarı üzerinde bulunan ve bazı kişilerin “oğlu gelince babası ayağa kalkmış” dedikleri ahşap sanduka ise, bir Selçuklu şaheseri olup, 1274 yılında Mevlâna için yaptırılmıştır. Kanunî, Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in mezarları üzerine 1565 yılında yeni bir mermer sanduka yaptırınca, ahşap sanduka buradan kaldırılmış ve sandukası olmayan Mevlâna’nın babasının mezarının üzerine konulmuştur.
Semâhâne
Semâhâne bölümü, mescid bölümü ile birlikte XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Semâhâne’de semâ, 1926 yılında dergâh müze oluncaya kadar devam etmiştir. Semâhâne’de yer alan naat kürsüsü ve müzisyenlerin oturdukları mutrib hücresi ile erkekler ve hanımlara ait mahfiller orijinal halleri ile korunurken, Semâhâne’nin uygun duvarlarında tarihi halılar ve yine vitrinler içerisinde madeni ve ahşap eserlerle Mevlevî musiki aletleri sergilenmektedir.
Mescid
Mescide çerağ kapısından girilir. Ayrıca mezarların bulunduğu huzûr- pîr ve semâhâne bölümlerinden de birer küçük kapı ile geçişler vardır. Bu bölümde müezzin mahfili ve mesnevîhân kürsüsü orijinal halleriyle muhafaza edilmektedir.
Mescidin güney duvarı üzerinde çok değerli halı ve ahşap kapı numuneleri sergilenirken, Mescid içerisine serpiştirilen 10 adet vitrinde de çok değerli cilt, hat ve tezhip numuneleri sergilenmektedir.
Halı Kumaş Bölümü – Derviş Hücreleri
Mevlâna Dergâhı’nın ön avlusunun batı ve kuzey yönünü çevreleyen, her birinde birer küçük kubbe ve baca bulunan 17 hücre bulunmaktadır. Bu hücreler Padişah III. Murat tarafından 1584 yılında dervişlerin ikameti için yaptırılmıştır.
Bu hücrelerden giriş kapısının sağında kalan dört hücre, halen gişe ve idare binası olarak kullanılmaktadır. Girişin solunda kalan 13 hücrenin baştan iki tanesi postnişîn ve mesnevîhân hücresi olarak, orijinal eşyaları ile teşhir edilmiştir.
En sondaki iki hücre ise değerli kitap koleksiyonlarını müzemize hediye eden Rahmetli Abdülbakî Gölpınarlı ile Dr. Mehmet Önder’in kitaplarına tahsis edilmiştir. Halen kütüphane olarak hizmet vermektedir.
Diğer 9 hücrenin ara duvarları kaldırılarak birbirine bağlı iki büyük koridor elde edilmiştir. Bu koridorlardan birinde ülkemizin Kula, Gördes, Uşak, Kırşehir gibi yörelerine ait tarihi halıları, diğer koridorda ise Konya İli’ne bağlı, Ladik, Karaman, Karapınar, Sille gibi yörelerde dokunmuş tarihi halılar sergilenmektedir.
Bu hücrelerin koridora açılan pencere ve kapı boşluklarına yapılan vitrinlerde ise Mevlevî etnografyasına ait pazarcı maşası, mütteka, nefîr gibi dergâhtan müzeye nakledilen tarihi nitelikteki eşyalarla, müze koleksiyonunda yer alan son derece değerli Bursa kumaşları sergilenmektedir.
Matbah Bölümü
Matbah müzenin güneybatı köşesinde yer alır. 1584 yılında Sultan III. Murat tarafından yaptırılmıştır. Dergâhın müzeye dönüştürülüğü 1926 yılına kadar yemek ihtiyacı burada karşılanıyordu.
1990 yılında yapılan onarımlardan sonra bu bölümün teşhir ve tanzimi mankenler ile yeniden yapılmıştır. Matbahın asıl işlevi olan yemek pişirme ve somat denilen sofrada yemek yeme adabı mankenlerle anlatılmaya çalışılmıştır. Matbahın diğer işlevlerinden olan Nev-ni-yâz denilen Mevlevî aday adayı saka postu üzerinde otururken, semâ talim çivisi yanında ise semâ dedesinin can tabir edilen Mevlevî derviş adayına semâ talim ettirişi anlatılmaya çalışılmıştır.
17 Aralık 2009 Perşembe
15 Aralık 2009 Salı
YENİ BELGELERİN IŞIĞINDA KOLONİ ÇAĞINDA
(M.Ö. 1970–1750)
YERLİ HALK İLE ASURLU
TÜCCARLAR ARASINDAKİ İLİŞKİLER.
Yrd. Doç. Dr. HÜSEYİN SEVER
Mezopotamya ile Anadolu arasındaki ilişkilere ilk işaret olabilecek Sümerce, Akadca bilgiler mevcut olup, bu konuda Adap Kralı Lugal-Anemundu ve Uruk Kralı Lugal-zaggesi Amanos dağları ile yukarı memleketten bahsetmektedirler.
Akad Kralı Sargon (Sarru-kenu ) da «gümüş dağları» diye adlandırdığı Toros dağlarına gittiğinden bahsetmektedir. Daha eski kaynaklara dayanan ve Boğazköy’de yapılmış olan kazılarda bulunan("sar- tamhari=savaşın kralı) metinlerinde, Sargon'un krallığının üçüncü yılında Anadolu'ya yapmış olduğu bir seferden bahsedilmektedir. Bu seferi, Anadolu'da Purušhanda = (Purušhattum) şehrindeki Akadli tüccarların bas temsilcisi Nur-Dagan'in "Biz muharip değiliz" diyerek, Sargon'u yardıma çağırdığından ve bu seferi başlatmış olduğundan bahsedilmektedir.
Yine Anadolu'da bulunmuş olan ve Akadlı Naran-Sin'e ait olduğu bilinen yarı mitolojik bir belgede, Purušhattum, Kaniš, Hatti ve Kuššara şehirlerinin de dâhil edildiği 17 adet Anadolu şehrinin krallarının Naram-Sin'e karşı yaptıkları savaşlar anlatılmaktadır.
Ayrıca, Gudea da kitabelerinde Anadolu'daki Hahhum'dan altın ve Uršu (Urfa) 'dan da kereste getirdiğinden bahsetmektedir.
Anadolu ile Mezopotamya ilişkileri: Alisar, Kalkolitik ve eski Bronz çağları ile Truva’nın I. ve II. tabakalarında bulunmuş olan ve her ne kadar üzerlerinde çivi yazısı olmasa da, piktografik bitki motifleri taşıyan Mezopotamya kökenli silindir mühürlere rastlanmış bulunmaktadır(2).
M.Ö. 2000'li yıllarda, güney Mezopotamya'daki Babil'de olduğu gibi, kuzey Mezopotamya'daki Asur'da da mülkiyet anlayışı değişmiş, Sümerlilerin eski devlet mülkiyet sistemi yerine şahsi muIkiyet sistemi hâkim görüş halini alması ve gelişme neticesi olarak, Asur devleti Ve halkı süratle kalkınmış, dışarı açılma ihtiyacı duyulmuş ve alış-veriş şartları bakımından Anadolu en müsait pazar sayılmıştır. Bunun neticesi olarak da 1900'lü yıllarda Anadolu'da Asur Ticaret Kolonileri kurulmuştur.
Kolonilerin merkezi Kültepe (Kaniš) olmuştur. Karum ve Wabartum adi verilen diğer şubeler, en büyük Karum olan bu merkeze bağlanmışlardır. Diğer adi geçen bütün bu ticaret merkezleri Kaniš'den talimat almışlardır. Büyük sermaye sahipleri Asur'da şirketler kurmuşlar, buradan da Anadolu'ya yayılarak, tappaù diye adlandırdıkları, Samallù adını verdikleri ticari ajanlar ve yardımcıları bu şirketler adına ve kendi hesaplarına ayna, tarak gibi süs eşyasına, zamanın modasına uygun çeşitli kumaşlara ve kalaya kadar Anadolu'dan talep edilen maddeleri kara eşek kervanları ile Dicle ve Fırat nehri boylarından çıkıp çeşitli küçük, büyük ticaret merkezlerine uğrayarak, alışveriş yapa yapa Kaniš'e kadar ulasmaktaydilar.
Yukarıdaki mallara karşılık Asurlu tüccarlar, Anadolu halkının istihsal ve imal ettikleri kıymetli tasları, Madenleri, bilhassa altın, gümüş ve bakiri
Asur'a taşımışlardır.
Yerli (Anadolulu) krallara bağlı şehirler tepeler üzerinde ve kaleler içinde kuruluyordu. Asurlu kolonistler ise, bu şehirlerin eteğinde, dışında bir nevi serbest pazaryeri seklinde Karum ve wabartumlari kurmuşlardır.
Anadolu, en eski çağlardan beri, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile iklimi bakımından çeşitli kavimlerin ilgi odağı haline gelmiş ve yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı da zaman zaman istilalara ugramisur. İste Asurlu tüccarlar da kuzey Mezopotamya'ya en yakin ve en elverişli bir bölge olan Anadolu'ya ticari amaçlarla gelmişler, siyasi veya idari bir gaye gütmemişlerdir.
Asurlu tüccarların Anadolu'yu tercih sebeplerinden birisi ve en önemlisi de bu bölgede sulh ve sükûn ortamının daimi mevcudiyetidir. Çünkü ticaret kervanları Asur'dan hareket ettikten sonra, ancak Kaniš (Kültepe)'e ulaşabilmekteydiler. Kervanların emniyetini yerli (Anadolulu) krallar (/beyler) üstlenmişler, bu yüzden bütün yol güzergâhı boyunca da karakollar kurmuşlardı.
Ticari sistemin kontrolü Mezopotamya'daki Asur'dan Kültepe (Kanig /Karahöyük)'nin baş kontrolörlüğünde, bütün Anadolu'daki Karum ve wabartumlarin kontrolü suretiyle isletilmekteydi. Karum merkezleri yıllık ve beş günden oluşan haftalık vazifelendirilen devri memuriyet ve hizmetlerle yürütülmekteydi.
Anadolu'da Purušhattum, Hahhum ve Kuššara gibi büyük şehirlerde ruba'um rabi'um adı verilen "büyük mahalli krallar" vardı. Diğer şehirlerdeki ruba'um adı verilen krallar da bunlara bağlı idiler. Ayni zamanda, normal olarak şehir ve yakin çevresini idare eden müstakil krallar da bulunuyordu. Kültepe metinlerinde müstakil olarak ülkesini idare eden kadın beyler (rubatum)'den de bahsedilmektedir.Rubatum'lar esi ruba'um rabi'um veya yalnız Ruba’um ile birlikte ülkeyi idare ettikleri gibi ayrıca müstakil olarak da tek başına ülkesini idare etmekteydi.
Yine bazı memuriyet unvanlarından da anlaşıldığı üzere, şekillenmiş saray teşkilatları da vardı. Krallıklar ve şehirler kendi, içlerinde halkın işlerini sistemli ve kontrollü yürütmek üzere de teşkilatlanmış ve bir nevi lonca teşkilatı kurmuş bulunuyorlardı. Bu dönem Orta Çağın lonca sisteminin bir başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu sistem (daha sonraları Selçuklu İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde daha da gelişmiş olarak son zamanlara kadar devam edegelmistir. Bu gün hala kutlanmakta olan Kırşehir "AHİ EVRAN" şenliklerinde bu meslek teşkilatları, terbiye ve geleneği yaşatılmaya çalışılmaktadır.
Yerli halk tarafından altın, gümüş ve bakir istihsal edilmekte, çeşitli yerli kumaşlar dokunmakta olup, ayrıca ticari hayatta da pek aktif bir rol aldıkları görülmektedir. Bunların dışında, esas itibariyle saraylarda çalışan memurların dışında, yerli halkın basit ziraatçı hayati yaşadığı anlaşılmaktadır.
Yerliler de kendi aralarında bazen Asurca çivi yazısı ile mektuplaşmaktaydılar. Biribirlenden daha çok ev, arsa, koyun, hububat, bal, yağ vs. alışverişi yapmaktaydılar. Asurlu tüccarlar ile yerlilerin ayrı takvimleri, mühletleri olduğu gibi, ayrı ağırlık ölçüleri de bulunduğu anlaşılmaktadır. « ina aban matim šaqalu=memleketin taşı (ağırlık ölçüsü) ile tartmak » deyimini burada vermekle, yukarıdaki söylenenleri teyid etmiş oluyoruz.
Anadolu halkının hukuk anlayışına da temas edecek olursak, Ruba’um rabi'um denilen büyük ve Ruba’um adı verilen küçük şehir krallıklarının yanında, müstakil olarak kendi krallığını idare eden şehir kraliçelerinin de mevcudiyeti gibi, yerlilerin birebirleriyle ve yerli kadınlarla Asurlu tüccarların evlenme ve boşanmalarda, erkek ve kadının eşit haklara sahip olduklarını görmekteyiz. Şimdiye kadar neşredilmiş metinler arasında bu konularda ele geçmiş vesikalar maalesef ancak otuz civarında olup, çok azdır. Bu belgeler sayesinde, eski Asur ve Anadolu'da kızların çocuk yaşlarda nişanlanması olayına da şahit olmaktayız. Anadolu'da bu olaya "beşik kertmesi" denmektedir (3).
Ayrıca, başka bir metinde ise, daha önce bahsi geçen beşik kertme olayı gerçekleştirilmiş, fakat esas muhatap olan çocukların babaları vefat ettiği için büyük ağabeyler söz sahibi olmuşlardır. Ancak bu metinde bahsedildiği üzere, damat adayına nişan hediyesi olarak vaat edilen "bel kemeri" verilmediği için, aynı zamanda erkeğin beklemekten yaşı çok geçmiş olduğundan, mahkemeye müracaat ederek şahitler huzurunda nisanın bozulduğuna ve erkeğin başka Asurlu bir kız ile evlenebileceğine karar verildiğine şahit oluyoruz (4).
Bunun dışında, esasında Sami satın alma, evlenmesi (= Kauf-Ehe) ve "Levirat" adi verilen, kocası ölen gelinin başka bir erkekle evlendirilmesi sistemine bağlı olarak hayatlarını sürdüren Asurlular da, şayet Anadolu'da yerli bir kadın ile evli iseler, Anadolu'nun başka neresinde olurlarsa olsunlar, ikinci bir kadın ile evlenemeyecekleri, şahitler huzurunda ve belgelerle tanzim edilmekte, Asur’a döndüklerinde ise, orada uzun zaman kalacakları için, "qadiştum" adi verilen hafifmeşrep bir kadınla, muvakkat bir zaman için evlenebilecekleri de kaydedilmektedir.
Hukuki evliliklerde, evlendiklerinden itibaren iki sene içinde, kadın esine çocuk doğuramaz ise, o zaman bizzat kendisi bir kadın esireydi kocası için satın alacak, istenilen çocukları elde ettikten sonra evlilik hayatları yine gibi normal şekilde devam edecektir.
Yukarıda kısaca arz etmeye çalisugimiz bu bilgileri biz, Kültepe veya daha geniş bir ifadeyle "KAPADOKYA TABLETLERI" adı verilen ve M.Ö. 2000'li yılların başında Anadolu'da Ticaret Kolonisi kurmuş olan Asurlu tüccarlar ile kısmen de Anadolu yerlilerinin bıraktıkları vesikalardan öğrenmekteyiz.
Asur ve Mezopotamya tarihine daha etraflı bir şekilde nüfuz imkânı veren bu vesikaların, Asur'dan çok Anadolu topraklarında ele geçmesi ise, Türk bilim âlemi için olduğu kadar, dünya yüzündeki bütün Eskiçağ tarihçileri ve Assyriologları için de büyük bir fırsat ortaya koymuş bulunmaktadır. Bugün mevcut sayıları onbesbine yaklaşan bu tabletler, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde korunmakta olup, Prof. Dr. Emin Bilgiç başkanlığında kurulmuş olan Neşriyat Heyeti tarafından "AKT = Ankara Kültepe Tabletleri" adı altında seri yayınlara devam edilmektedir (5).
Bu belgeler, eski Asur çağı stilinde çivi yazısı ile yazılmış olup, esas itibariyle daha önce de bahsedildiği veçhile, ticari maksatlarla gelmiş olan Asurlu tüccarların alış-verişleri ile ilgili muamelelerden, az da olsa evlenme boşanma, taşınmaz mal ve köle alım-satımı ile ilgili konulardan oluşmaktadırlar.
Vesikaların esas konusu iktisadi ve ticari olması sebebi ile Koloni Çağı’nın siyasi, idari, sosyal ve dini hayatına ait bilgileri de bu vesile ile öğrenmiş oluyoruz (6).
Bu çağda, Anadolu ile Kuzey Mezopotamya arasında yapılan bu ticaretten her iki ülke de büyük karlar sağlamışlardır. Çünkü Asur'dan getirdikleri bir malı Anadolu'da en az iki katına satıyorlardı. Tüccarlar Anadolu şehirlerinde bile, kendi aralarında yaptıkları alış-verişlerde, borç alma ve borçlanmalarda, yıllık % 60 civarında faiz uyguladıkları halde, yerli (Anadolulu) halka ise, bazen % 240'lara varan yüksek faizlerle borç para vermişler, bu suretle yerli halkı kendilerine bağımlı kılmışlar, iktisadi bakımdan yerli halk üzerinde nüfuz sahibi olarak onları, işlerinde gündelikçi olarak çalıştırmışlardır (7).
« Mašqaltum panitum = ilk ödeme » yani birinci taksit ve « mašqaltum sanitum =ikinci ödeme » ikinci taksit tabirlerinin kullanıldığı Kt. B/k–38 numaralı metinde görüldüğü üzere, bu çağda ödemelerin taksitle yapıldığını anlıyoruz.
Tüccarlar arasında veya yerli halkla olan borç mukavelelerinde, eğer borçlu olan şahıs borcunu günü geldiğinde ödeyemezse, alacaklının muhatabı olarak ticaret odası mes'ul sayılmaktaydı. Borçlu olan şahıs borcunu ödeyemiyorsa, ticaret odası bu borcu karşılamak zorundaydı. Ticaret odaları bilhassa tüccarlara kefil oluyorlardı. Çünkü tüccarların ticaret odalarında daima kredi hesapları bulunuyordu.
Anadolu'daki yerli krallara bağlılık yemini eden Asurlu tüccarlar, ayni zamanda ticaret esnasında uymak zorunda oldukları kuralların konduğu bir protokolü de birlikte hazırlamaktaydılar. Bu protokol metninde aşağıdaki maddeler bulunmaktaydı:
1. Anadolu'daki krallığa bağlı saraya malin cinsine ve miktarına göre vergi verilecek.
2. Getirilmiş olan kaliteli kumaşlardan ilk satın alma hakki saraya tanınacaktı. Sarayların bazı özel mallar üzerinde: "amutum, aši'um, birtum ve hušarum" gibi kıymetli maden ya da taşların ticaretinin yasaklandığı veya izne bağlı olarak, kısıtlı bir şekilde yapılabilme imkânının verildiği.
Ayrıca, yerli krallar da Asurlu tüccarlara protokol anlaşmasına göre bazı garantiler vermekteydiler:
1. Yerli krallar, Asurlu tüccarların kendi resmi kurumları olan Karumlarda kanuni haklarını saklı tutup, emniyetli bir şekilde korunmalarını temin etmek.
2. Politik ve adli bakımdan Asur’a bağlı olan tüccarların serbest bölgelerdeki bütün haklarını korumak.
3. Yerli kralın, hudutları dâhilindeki yol güzergâhlarının emniyeti bakımından, soygun ve hırsızlığa karşı tedbir almak.
Asurlu tüccarlar ile Anadolu beylerinin ilişkilerini belgeleyen birinci derecede önemli olan ve 1954 yılında Kültepe'de yapılan kazıda Ib tabakasında ele geçen Kt. f/k-183 numaralı tableti gözden geçirmek gerekir:
Kt. f/k-18!
1.
a-na ka-ri-im
Ka-ni-iš qi-bi-ma
um-ma ka-ru-um
Ta-am-ni-a-ma
5.
ši-ip-ru-u sa ka-ri-im
Tur-bu-mi-it
a-na ru-ba-im sa Ta-am-ni-a
a-na ta-mu-im
ir-ba-am ub-lu-ni-su-ma
10.
um-ma šu-ut-ma a-na
ši-ip-ri-ma
a-li ši-ip-ru
ša a-ba-e-a
ša ka-ri-im Ka-ni-iš
15.
su-nu li-li-ku-nim-ma
iš-ti-su-nu
ma-mi-tam a-Ia-qi-ma
u-ma-za-ab-ni-a-ti-ma
um-ma šu-ut-ma
20.
a-Ia-am e-pa-aš
ù a-x -xx x-y-ti
[........... ] x
[.............. ]
X [............. ]
6 [......... ]
25.
ir-ba-am ni-ši-šu-um
u-za-ku-nu ni-ip-ti
28
a-li-kam e ii-ma-zi-hu
TERCÜMESI:
(1-3)
Kaniš karumuna söyle,
Tamnia karumu şöyle der:
(6-13)
Turhumit karumunun elçileri Tamnia kralına yemin etmek için (gelip) ona hediye getirdiler ve o (Tamnia krali) elçilere şöyle dedi:
(12–14) Kaniš karumunun, babalarımın elçileri nerede? (15–17) Buraya gelsinler, onlardan da yemin alacağım. (18–19)" (O), bizi hediye için sıkıştırıyor ve söyle diyor: (20) Şehir yapacağım
(21) ve [.. ...]
(22-24) [ ]
(25) 6 [ ]
(26) Ona hediye götürdük.
(27) (Bu suretle) kulağınızı açtık (dikkatinizi çektik),(ta ki,)
(28) her kim (Kaniš'den Tamnia'ya) giderse, (onu, hediye için) sıkıştırmasınlar (8).
Bir diğer enteresan belge de, Mama Kralı Anum-birbi'nin Kaniš Kralı Warsama'ya yazmış olduğu mektup metnidir.
Mama ülkesi ile Kaniš ülkesi birebirine komşu olup, her ikisi de Ruba’um denilen kırallar tarafından idare edilmekteydiler. Kaniš ülkesinde Taišama ve Mama ülkesinde de Sibuha birer hudud şehri idiler. Mektubun esas muhatabı olan Warsama'nın babası olan İnar hayatta iken, mektubu gönderen Anum-birbi arasında ideal bir barış hüküm sürmüştü. Inar'in ölümünden sonra Kaniš ve Mama ülkeleri arasındaki muahede (mamitu), inar'in halefi Waršama tarafından yenilenmişti. Yazıya konu olan mektup, Waršama'nın elde bulunmayan ilk mektubuna cevap niteliğindedir. Waršama, adı geçen mektubunda, iki ülkenin müşterek sınırlarındaki düşmanlığın karşılıklı olarak son verilmesini, yeni bir andlasma yapılarak hududlann eskisi gibi açılmasını talep etmektedir.
Anum-birbi'nin adi geçen mektuba verdiği cevapta ise:
1. Tekrar elçiler gönderilmesine kendisinin de taraftar olduğunu bildirmektedir.
2. Hudud şehri Sibuha'nın kralına karşı Waršama tarafından yapılan ithamları reddetmektedir.
3. Eski muahede hala yürürlükte olduğuna göre, yeni bir muahedeyi lüzumsuz bulmaktadır.
4. Waršama tarafından muayyen şartlar yerine getirildiği takdirde, Waršama'nın halkına Mama ülkesinde tekrar seyahat izni verileceğini haber vermekte ve belki de tutsak edilen kimseleri de serbest bırakmak arzusunda olduğunu da beyan etmektedir.
YERLİ HALK İLE ASURLU
TÜCCARLAR ARASINDAKİ İLİŞKİLER.
Yrd. Doç. Dr. HÜSEYİN SEVER
Mezopotamya ile Anadolu arasındaki ilişkilere ilk işaret olabilecek Sümerce, Akadca bilgiler mevcut olup, bu konuda Adap Kralı Lugal-Anemundu ve Uruk Kralı Lugal-zaggesi Amanos dağları ile yukarı memleketten bahsetmektedirler.
Akad Kralı Sargon (Sarru-kenu ) da «gümüş dağları» diye adlandırdığı Toros dağlarına gittiğinden bahsetmektedir. Daha eski kaynaklara dayanan ve Boğazköy’de yapılmış olan kazılarda bulunan("sar- tamhari=savaşın kralı) metinlerinde, Sargon'un krallığının üçüncü yılında Anadolu'ya yapmış olduğu bir seferden bahsedilmektedir. Bu seferi, Anadolu'da Purušhanda = (Purušhattum) şehrindeki Akadli tüccarların bas temsilcisi Nur-Dagan'in "Biz muharip değiliz" diyerek, Sargon'u yardıma çağırdığından ve bu seferi başlatmış olduğundan bahsedilmektedir.
Yine Anadolu'da bulunmuş olan ve Akadlı Naran-Sin'e ait olduğu bilinen yarı mitolojik bir belgede, Purušhattum, Kaniš, Hatti ve Kuššara şehirlerinin de dâhil edildiği 17 adet Anadolu şehrinin krallarının Naram-Sin'e karşı yaptıkları savaşlar anlatılmaktadır.
Ayrıca, Gudea da kitabelerinde Anadolu'daki Hahhum'dan altın ve Uršu (Urfa) 'dan da kereste getirdiğinden bahsetmektedir.
Anadolu ile Mezopotamya ilişkileri: Alisar, Kalkolitik ve eski Bronz çağları ile Truva’nın I. ve II. tabakalarında bulunmuş olan ve her ne kadar üzerlerinde çivi yazısı olmasa da, piktografik bitki motifleri taşıyan Mezopotamya kökenli silindir mühürlere rastlanmış bulunmaktadır(2).
M.Ö. 2000'li yıllarda, güney Mezopotamya'daki Babil'de olduğu gibi, kuzey Mezopotamya'daki Asur'da da mülkiyet anlayışı değişmiş, Sümerlilerin eski devlet mülkiyet sistemi yerine şahsi muIkiyet sistemi hâkim görüş halini alması ve gelişme neticesi olarak, Asur devleti Ve halkı süratle kalkınmış, dışarı açılma ihtiyacı duyulmuş ve alış-veriş şartları bakımından Anadolu en müsait pazar sayılmıştır. Bunun neticesi olarak da 1900'lü yıllarda Anadolu'da Asur Ticaret Kolonileri kurulmuştur.
Kolonilerin merkezi Kültepe (Kaniš) olmuştur. Karum ve Wabartum adi verilen diğer şubeler, en büyük Karum olan bu merkeze bağlanmışlardır. Diğer adi geçen bütün bu ticaret merkezleri Kaniš'den talimat almışlardır. Büyük sermaye sahipleri Asur'da şirketler kurmuşlar, buradan da Anadolu'ya yayılarak, tappaù diye adlandırdıkları, Samallù adını verdikleri ticari ajanlar ve yardımcıları bu şirketler adına ve kendi hesaplarına ayna, tarak gibi süs eşyasına, zamanın modasına uygun çeşitli kumaşlara ve kalaya kadar Anadolu'dan talep edilen maddeleri kara eşek kervanları ile Dicle ve Fırat nehri boylarından çıkıp çeşitli küçük, büyük ticaret merkezlerine uğrayarak, alışveriş yapa yapa Kaniš'e kadar ulasmaktaydilar.
Yukarıdaki mallara karşılık Asurlu tüccarlar, Anadolu halkının istihsal ve imal ettikleri kıymetli tasları, Madenleri, bilhassa altın, gümüş ve bakiri
Asur'a taşımışlardır.
Yerli (Anadolulu) krallara bağlı şehirler tepeler üzerinde ve kaleler içinde kuruluyordu. Asurlu kolonistler ise, bu şehirlerin eteğinde, dışında bir nevi serbest pazaryeri seklinde Karum ve wabartumlari kurmuşlardır.
Anadolu, en eski çağlardan beri, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile iklimi bakımından çeşitli kavimlerin ilgi odağı haline gelmiş ve yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı da zaman zaman istilalara ugramisur. İste Asurlu tüccarlar da kuzey Mezopotamya'ya en yakin ve en elverişli bir bölge olan Anadolu'ya ticari amaçlarla gelmişler, siyasi veya idari bir gaye gütmemişlerdir.
Asurlu tüccarların Anadolu'yu tercih sebeplerinden birisi ve en önemlisi de bu bölgede sulh ve sükûn ortamının daimi mevcudiyetidir. Çünkü ticaret kervanları Asur'dan hareket ettikten sonra, ancak Kaniš (Kültepe)'e ulaşabilmekteydiler. Kervanların emniyetini yerli (Anadolulu) krallar (/beyler) üstlenmişler, bu yüzden bütün yol güzergâhı boyunca da karakollar kurmuşlardı.
Ticari sistemin kontrolü Mezopotamya'daki Asur'dan Kültepe (Kanig /Karahöyük)'nin baş kontrolörlüğünde, bütün Anadolu'daki Karum ve wabartumlarin kontrolü suretiyle isletilmekteydi. Karum merkezleri yıllık ve beş günden oluşan haftalık vazifelendirilen devri memuriyet ve hizmetlerle yürütülmekteydi.
Anadolu'da Purušhattum, Hahhum ve Kuššara gibi büyük şehirlerde ruba'um rabi'um adı verilen "büyük mahalli krallar" vardı. Diğer şehirlerdeki ruba'um adı verilen krallar da bunlara bağlı idiler. Ayni zamanda, normal olarak şehir ve yakin çevresini idare eden müstakil krallar da bulunuyordu. Kültepe metinlerinde müstakil olarak ülkesini idare eden kadın beyler (rubatum)'den de bahsedilmektedir.Rubatum'lar esi ruba'um rabi'um veya yalnız Ruba’um ile birlikte ülkeyi idare ettikleri gibi ayrıca müstakil olarak da tek başına ülkesini idare etmekteydi.
Yine bazı memuriyet unvanlarından da anlaşıldığı üzere, şekillenmiş saray teşkilatları da vardı. Krallıklar ve şehirler kendi, içlerinde halkın işlerini sistemli ve kontrollü yürütmek üzere de teşkilatlanmış ve bir nevi lonca teşkilatı kurmuş bulunuyorlardı. Bu dönem Orta Çağın lonca sisteminin bir başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu sistem (daha sonraları Selçuklu İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde daha da gelişmiş olarak son zamanlara kadar devam edegelmistir. Bu gün hala kutlanmakta olan Kırşehir "AHİ EVRAN" şenliklerinde bu meslek teşkilatları, terbiye ve geleneği yaşatılmaya çalışılmaktadır.
Yerli halk tarafından altın, gümüş ve bakir istihsal edilmekte, çeşitli yerli kumaşlar dokunmakta olup, ayrıca ticari hayatta da pek aktif bir rol aldıkları görülmektedir. Bunların dışında, esas itibariyle saraylarda çalışan memurların dışında, yerli halkın basit ziraatçı hayati yaşadığı anlaşılmaktadır.
Yerliler de kendi aralarında bazen Asurca çivi yazısı ile mektuplaşmaktaydılar. Biribirlenden daha çok ev, arsa, koyun, hububat, bal, yağ vs. alışverişi yapmaktaydılar. Asurlu tüccarlar ile yerlilerin ayrı takvimleri, mühletleri olduğu gibi, ayrı ağırlık ölçüleri de bulunduğu anlaşılmaktadır. « ina aban matim šaqalu=memleketin taşı (ağırlık ölçüsü) ile tartmak » deyimini burada vermekle, yukarıdaki söylenenleri teyid etmiş oluyoruz.
Anadolu halkının hukuk anlayışına da temas edecek olursak, Ruba’um rabi'um denilen büyük ve Ruba’um adı verilen küçük şehir krallıklarının yanında, müstakil olarak kendi krallığını idare eden şehir kraliçelerinin de mevcudiyeti gibi, yerlilerin birebirleriyle ve yerli kadınlarla Asurlu tüccarların evlenme ve boşanmalarda, erkek ve kadının eşit haklara sahip olduklarını görmekteyiz. Şimdiye kadar neşredilmiş metinler arasında bu konularda ele geçmiş vesikalar maalesef ancak otuz civarında olup, çok azdır. Bu belgeler sayesinde, eski Asur ve Anadolu'da kızların çocuk yaşlarda nişanlanması olayına da şahit olmaktayız. Anadolu'da bu olaya "beşik kertmesi" denmektedir (3).
Ayrıca, başka bir metinde ise, daha önce bahsi geçen beşik kertme olayı gerçekleştirilmiş, fakat esas muhatap olan çocukların babaları vefat ettiği için büyük ağabeyler söz sahibi olmuşlardır. Ancak bu metinde bahsedildiği üzere, damat adayına nişan hediyesi olarak vaat edilen "bel kemeri" verilmediği için, aynı zamanda erkeğin beklemekten yaşı çok geçmiş olduğundan, mahkemeye müracaat ederek şahitler huzurunda nisanın bozulduğuna ve erkeğin başka Asurlu bir kız ile evlenebileceğine karar verildiğine şahit oluyoruz (4).
Bunun dışında, esasında Sami satın alma, evlenmesi (= Kauf-Ehe) ve "Levirat" adi verilen, kocası ölen gelinin başka bir erkekle evlendirilmesi sistemine bağlı olarak hayatlarını sürdüren Asurlular da, şayet Anadolu'da yerli bir kadın ile evli iseler, Anadolu'nun başka neresinde olurlarsa olsunlar, ikinci bir kadın ile evlenemeyecekleri, şahitler huzurunda ve belgelerle tanzim edilmekte, Asur’a döndüklerinde ise, orada uzun zaman kalacakları için, "qadiştum" adi verilen hafifmeşrep bir kadınla, muvakkat bir zaman için evlenebilecekleri de kaydedilmektedir.
Hukuki evliliklerde, evlendiklerinden itibaren iki sene içinde, kadın esine çocuk doğuramaz ise, o zaman bizzat kendisi bir kadın esireydi kocası için satın alacak, istenilen çocukları elde ettikten sonra evlilik hayatları yine gibi normal şekilde devam edecektir.
Yukarıda kısaca arz etmeye çalisugimiz bu bilgileri biz, Kültepe veya daha geniş bir ifadeyle "KAPADOKYA TABLETLERI" adı verilen ve M.Ö. 2000'li yılların başında Anadolu'da Ticaret Kolonisi kurmuş olan Asurlu tüccarlar ile kısmen de Anadolu yerlilerinin bıraktıkları vesikalardan öğrenmekteyiz.
Asur ve Mezopotamya tarihine daha etraflı bir şekilde nüfuz imkânı veren bu vesikaların, Asur'dan çok Anadolu topraklarında ele geçmesi ise, Türk bilim âlemi için olduğu kadar, dünya yüzündeki bütün Eskiçağ tarihçileri ve Assyriologları için de büyük bir fırsat ortaya koymuş bulunmaktadır. Bugün mevcut sayıları onbesbine yaklaşan bu tabletler, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde korunmakta olup, Prof. Dr. Emin Bilgiç başkanlığında kurulmuş olan Neşriyat Heyeti tarafından "AKT = Ankara Kültepe Tabletleri" adı altında seri yayınlara devam edilmektedir (5).
Bu belgeler, eski Asur çağı stilinde çivi yazısı ile yazılmış olup, esas itibariyle daha önce de bahsedildiği veçhile, ticari maksatlarla gelmiş olan Asurlu tüccarların alış-verişleri ile ilgili muamelelerden, az da olsa evlenme boşanma, taşınmaz mal ve köle alım-satımı ile ilgili konulardan oluşmaktadırlar.
Vesikaların esas konusu iktisadi ve ticari olması sebebi ile Koloni Çağı’nın siyasi, idari, sosyal ve dini hayatına ait bilgileri de bu vesile ile öğrenmiş oluyoruz (6).
Bu çağda, Anadolu ile Kuzey Mezopotamya arasında yapılan bu ticaretten her iki ülke de büyük karlar sağlamışlardır. Çünkü Asur'dan getirdikleri bir malı Anadolu'da en az iki katına satıyorlardı. Tüccarlar Anadolu şehirlerinde bile, kendi aralarında yaptıkları alış-verişlerde, borç alma ve borçlanmalarda, yıllık % 60 civarında faiz uyguladıkları halde, yerli (Anadolulu) halka ise, bazen % 240'lara varan yüksek faizlerle borç para vermişler, bu suretle yerli halkı kendilerine bağımlı kılmışlar, iktisadi bakımdan yerli halk üzerinde nüfuz sahibi olarak onları, işlerinde gündelikçi olarak çalıştırmışlardır (7).
« Mašqaltum panitum = ilk ödeme » yani birinci taksit ve « mašqaltum sanitum =ikinci ödeme » ikinci taksit tabirlerinin kullanıldığı Kt. B/k–38 numaralı metinde görüldüğü üzere, bu çağda ödemelerin taksitle yapıldığını anlıyoruz.
Tüccarlar arasında veya yerli halkla olan borç mukavelelerinde, eğer borçlu olan şahıs borcunu günü geldiğinde ödeyemezse, alacaklının muhatabı olarak ticaret odası mes'ul sayılmaktaydı. Borçlu olan şahıs borcunu ödeyemiyorsa, ticaret odası bu borcu karşılamak zorundaydı. Ticaret odaları bilhassa tüccarlara kefil oluyorlardı. Çünkü tüccarların ticaret odalarında daima kredi hesapları bulunuyordu.
Anadolu'daki yerli krallara bağlılık yemini eden Asurlu tüccarlar, ayni zamanda ticaret esnasında uymak zorunda oldukları kuralların konduğu bir protokolü de birlikte hazırlamaktaydılar. Bu protokol metninde aşağıdaki maddeler bulunmaktaydı:
1. Anadolu'daki krallığa bağlı saraya malin cinsine ve miktarına göre vergi verilecek.
2. Getirilmiş olan kaliteli kumaşlardan ilk satın alma hakki saraya tanınacaktı. Sarayların bazı özel mallar üzerinde: "amutum, aši'um, birtum ve hušarum" gibi kıymetli maden ya da taşların ticaretinin yasaklandığı veya izne bağlı olarak, kısıtlı bir şekilde yapılabilme imkânının verildiği.
Ayrıca, yerli krallar da Asurlu tüccarlara protokol anlaşmasına göre bazı garantiler vermekteydiler:
1. Yerli krallar, Asurlu tüccarların kendi resmi kurumları olan Karumlarda kanuni haklarını saklı tutup, emniyetli bir şekilde korunmalarını temin etmek.
2. Politik ve adli bakımdan Asur’a bağlı olan tüccarların serbest bölgelerdeki bütün haklarını korumak.
3. Yerli kralın, hudutları dâhilindeki yol güzergâhlarının emniyeti bakımından, soygun ve hırsızlığa karşı tedbir almak.
Asurlu tüccarlar ile Anadolu beylerinin ilişkilerini belgeleyen birinci derecede önemli olan ve 1954 yılında Kültepe'de yapılan kazıda Ib tabakasında ele geçen Kt. f/k-183 numaralı tableti gözden geçirmek gerekir:
Kt. f/k-18!
1.
a-na ka-ri-im
Ka-ni-iš qi-bi-ma
um-ma ka-ru-um
Ta-am-ni-a-ma
5.
ši-ip-ru-u sa ka-ri-im
Tur-bu-mi-it
a-na ru-ba-im sa Ta-am-ni-a
a-na ta-mu-im
ir-ba-am ub-lu-ni-su-ma
10.
um-ma šu-ut-ma a-na
ši-ip-ri-ma
a-li ši-ip-ru
ša a-ba-e-a
ša ka-ri-im Ka-ni-iš
15.
su-nu li-li-ku-nim-ma
iš-ti-su-nu
ma-mi-tam a-Ia-qi-ma
u-ma-za-ab-ni-a-ti-ma
um-ma šu-ut-ma
20.
a-Ia-am e-pa-aš
ù a-x -xx x-y-ti
[........... ] x
[.............. ]
X [............. ]
6 [......... ]
25.
ir-ba-am ni-ši-šu-um
u-za-ku-nu ni-ip-ti
28
a-li-kam e ii-ma-zi-hu
TERCÜMESI:
(1-3)
Kaniš karumuna söyle,
Tamnia karumu şöyle der:
(6-13)
Turhumit karumunun elçileri Tamnia kralına yemin etmek için (gelip) ona hediye getirdiler ve o (Tamnia krali) elçilere şöyle dedi:
(12–14) Kaniš karumunun, babalarımın elçileri nerede? (15–17) Buraya gelsinler, onlardan da yemin alacağım. (18–19)" (O), bizi hediye için sıkıştırıyor ve söyle diyor: (20) Şehir yapacağım
(21) ve [.. ...]
(22-24) [ ]
(25) 6 [ ]
(26) Ona hediye götürdük.
(27) (Bu suretle) kulağınızı açtık (dikkatinizi çektik),(ta ki,)
(28) her kim (Kaniš'den Tamnia'ya) giderse, (onu, hediye için) sıkıştırmasınlar (8).
Bir diğer enteresan belge de, Mama Kralı Anum-birbi'nin Kaniš Kralı Warsama'ya yazmış olduğu mektup metnidir.
Mama ülkesi ile Kaniš ülkesi birebirine komşu olup, her ikisi de Ruba’um denilen kırallar tarafından idare edilmekteydiler. Kaniš ülkesinde Taišama ve Mama ülkesinde de Sibuha birer hudud şehri idiler. Mektubun esas muhatabı olan Warsama'nın babası olan İnar hayatta iken, mektubu gönderen Anum-birbi arasında ideal bir barış hüküm sürmüştü. Inar'in ölümünden sonra Kaniš ve Mama ülkeleri arasındaki muahede (mamitu), inar'in halefi Waršama tarafından yenilenmişti. Yazıya konu olan mektup, Waršama'nın elde bulunmayan ilk mektubuna cevap niteliğindedir. Waršama, adı geçen mektubunda, iki ülkenin müşterek sınırlarındaki düşmanlığın karşılıklı olarak son verilmesini, yeni bir andlasma yapılarak hududlann eskisi gibi açılmasını talep etmektedir.
Anum-birbi'nin adi geçen mektuba verdiği cevapta ise:
1. Tekrar elçiler gönderilmesine kendisinin de taraftar olduğunu bildirmektedir.
2. Hudud şehri Sibuha'nın kralına karşı Waršama tarafından yapılan ithamları reddetmektedir.
3. Eski muahede hala yürürlükte olduğuna göre, yeni bir muahedeyi lüzumsuz bulmaktadır.
4. Waršama tarafından muayyen şartlar yerine getirildiği takdirde, Waršama'nın halkına Mama ülkesinde tekrar seyahat izni verileceğini haber vermekte ve belki de tutsak edilen kimseleri de serbest bırakmak arzusunda olduğunu da beyan etmektedir.
Karum ve Asur Ticaret Kolonileri
Karum, Asur dilinde "liman" ve "rıhtım" anlamına gelen, asıl anlamıyla "kentin yanında kurulan ticaret merkezi"dir.Asur ticaret kolonileri zamanında, Anadolu'da, Karumlar kurulmuştur. Anadolu'daki Karumlar, Mezopotamya'dakilerden daha küçük yerleşimlerdir. En önemlileri; Kültepe'de "Kaneş Karumu", "Hattuşa Karumu" ve "Alişar Karumu"dur. [1]
Asur Ticaret Kolonileri
Mezopotamya'da kurulmuş devletlerin tarihleri ilk kuruluş evreleri dışta tutulacak olursa, Anadolu'nun tarihine göre daha iyi bilinir. Bunun nedeni Mezopotamya'da yapılmış ve bugün de sürmekte olan yoğun arkeolojik araştırmalarda ele geçen yazılı belge sayısının fazlalığı kadar bu yazılı belgeler arasında bulunan kral listelerinin varlığıdır.
Kral listeleri hatırlanabilen ilk krallardan belgenin yazıldığı âna kadar başa geçmiş bütün kralları tahtta kalış süreleri ile birlikte sıralar. Aradan geçen zamanla ilk kralların tümü akılda tutulamamış olduğundan adları bilinen krallara çok uzun egemenlik süreleri verilmiş; böylece daha iyi hatırlanan krallarla ilk başa geçenler arasında oluşan boşluk kapatılmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı başlangıç evreleri için bu listeler fazla güvenilir tarih kaynakları değilse de daha sonraki tarihsel gelişimin öğrenilmesinde yararları büyüktür.
Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı gibi kral listeleri sadece hangi kralın hangisinden sonra geldiğini kaç yıl başta kaldığını gösteren ve devletleri göreli kronolojisini belirleyen kaynaklardır. Örneğin Kral A 10 yıl hükümdarlık etmiş sonra başa geçen Kral B 25 yıl tahtta kalmıştır. Listede üçüncü kral olarak görünen Kral C ile Kral A arasında 35 yıllık bir süre olduğu hesaplanabilmektedir ancak bu 35 yıllık zaman dilimi dünyanın yaratılışından bugüne akıp giden ve çeşitli takvim sistemleri ile kavrayabildiğimiz zaman içinde nereye oturtulmalıdır? Örneğin 1800-1835 arasına mı ya da 1210-1245 arasına mı? İşte kral listeleri bu sorulara yanıt vermez ama dolaylı olarak bunların yanıtlanmasına da yardım eder. Göreli kronolojiyi kesin kronoloji haline sokmak için yukarıdaki örnekte verdiğimiz zaman dilimi içinde bir değişmez nokta bulmak gerekmektedir. Bu kesin noktayı da bize Mısır ve Mezopotamya kaynaklı olan astronomi çalışmaları ve gökyüzü cisimlerinin hareketlerine ay ve güneş tutulmalarına ait gözlemlerin kaydedilmiş olduğu belgeler sağlar.
Bu gibi olaylar bazen çok uzun aralıklarla da olsa periyodik olarak olaylar tekrarlanmakta ve bu periyotların süresi biliniyorsa aynı durumun ne zamanlar görülmüş olabileceği geriye doğru hesaplanmaktadır. Sözgelimi eğer Kral B döneminin 3. yılında tam bir güneş tutulması olduğu belgelenmişse bu kralın yaşamış olduğu sanılan zaman kesiti içine rastlayan güneş tutulması hesaplanır ve diyelim ki M.Ö. 1337 yılı bulunur. Bundan sonrası artık kolaydır; elde edilen bu değişmez noktadan hareketle yalnız Kral B'nin değil listede adı geçen bütün kralların tarihleri saptanabilir dolayısıyla bir devletin kronolojisi ana hatları ile ortaya çıkar.
Kültepe yanındaki Asurlu tüccarlara ait yerleşme yerinde saptanan II. Tabakada bulunan tabletlerde geçen İrişum Sargon ve Puzuraşşur gibi Asur kral adları ve her yıl atanan ve yıllara adlarını veren yıl memurları'nın adları yardımıyla bu tabaka M.Ö. 19. yüzyıla Ib tabakası ise M.Ö. 18. yüzyıla tarihlenebilmektedir.
Buradaki tabletlerden anlaşıldığına göre yönetim merkezi Mezopotamya'daki Asur (bugün Kalat Şergat) kenti olan Asur Devleti vatandaşları olan tüccarlar M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllarda Kültepe'de olduğu gibi Anadolu'nun değişik Pazar ağı geliştirmişlerdi. Bu ağ iki tür ticaret merkezinden oluşmaktaydı. Bunlardan biri Anadolu'da o zaman varlığı yine tabletlerden anlaşılan henüz merkezi bir devlet otoritesine bağlı olmayan kent beylikleri yakınında kurulmuş olan Asurlu tüccarların belirli bir serbesti içinde yaşayıp mesleklerini icra ettikleri adına Karum denilen ve Asurca liman ve rıhtım anlamına gelen yerleşmeler büyük yerleşmelerdi. Diğer bir yerleşme ise Asurca ubrum/wabrum sözcüğünden türetilmiş olan wabartum'lar (anlamı misafir) bulunmaktaydı ki bunlar herhalde ana merkezler arasında tüccarların konakladıkları belki mallarını geçici olarak depoladıkları bir çeşit kervansaraylardı.
Ticaret kolonisi terimi Asur'un Anadolu içine uzanan siyasal egemenliği olarak anlaşılmamalıdır. Bunlar hem Asurlu tüccarlara hem de koruması altına girdikleri kent beylerine karşılıklı çıkarlar sağlayan bir ticaret sisteminin parçalarıydı. Dikkat edilmesi gereken ikinci bir nokta da bu kolonilerin uluslararası bir karakter göstermesidir. Ele geçen belgelerdeki tüccar adları incelendiğinde burada yalnız Asurlular'ın değil yerli Anadolu halkına ait kişilerin de ticaret şirketlerine sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Bunların yanında Kuzey Suriye ve Kuzey Mezopotamya kökenli kişiler de ticaret yapmaktaydı. Bu nedenle çoğunluğu Asur'la sıkı ilişkile tüccarlardan oluşan bir topluluğu barındırmasına karşın bu yerleşmelerin yabancı devletlerin ve hükümdarların egemenliğinde olmadığını vurgulamak gerekmektedir.
Sözünü ettiğimiz ticaret ağı Kültepe Karumu'nun II. katı ile çağdaş belgelerde 10 Ib ile çağdaş belgelerde ise 4 adet olarak görülmektedir. Wabartum'lar ise II. tabakaya ait belgelerde yine 10 Ib'de bulunmuş belgelerde ise 2 adet olarak belirmektedir. Bütün örgütlenme içinde sistemli bir biçimde kazıldığı için en iyi tanınanı ve en çok yazılı belge vereni ve eski adının Kaneş olduğu anlaşılan Kültepe'deki Karum'dur. Tablet veren diğer 2 Karum sonradan Hititlerin başkentini oluşturacak olan Boğazköy'deki Karum Hattuş diğeri ise eski adını kesinlikle bilmediğimiz Alişar'daki tüccar yerleşmesidir. Bu iki Karumda da Kaneş Karumu'na oranla çok daha az sayıda tablet bulunmuştur.
Asur ile Anadolu arasındaki ticaretin temelini Asur'dan Anadolu'ya kalay ve dokuma ürünleri dışalımı karşılında da Anadolu'dan genellikle gümüş bazen de altın alımı yapıldığı bilinmekteyse de bakır ticaretinin Kaneş Karumu'ndan değil de bakır madenleri yakınında kurulmuş başka bir Karumdan yapıldığı anlaşılmaktadır; Kaneş Karumu'nda ele geçen belgelerde bakır yollanması ile ilgili bir şey yoktur. Büyük bir olasılıkla bakır ticaretini elinde tutan ve Fırat yakınındaki Ergani bakır madenleri ile ilişkile olan bir Karum bulunmaktaydı. Asurlu tüccarların Anadolu'ya getirdikleri kalayın da Mezopotamya'dan değil İran'da bulunan kalay kaynaklarından alındığı sanılmaktadır.Asur'dan getirilen tekstil ürünlerinin ise Asur'a başka bölgelerden dışalımı yapılan yünün dokunması ile oluşturulduğunu ve dokumacılık işinde genellikle kocaları Kaneş Karumu'nda ticaretle uğraşan kadınların çalıştığını öğreniyoruz. Bu arada bazı tekstil ürünlerinin Asur aracılığıyla güneydeki Babil'den alındığını işlenmiş eşya olarak bazı tunç malzemenin Asur'a dışsatımının yapıldığını yazılı belgelerden anlamaktayız. Mezopotamya ile İndus Bölgesi'nin de ticaret ilişkileri olduğuna dair ipuçlarına sahip olmamıza karşılık buradan alınan eşyanın Asurlu tüccarlar aracılığı ile Anadolu'ya gönderilip gönderilmediğini kesinlikle bilmiyoruz.
Ticaret kervanlarında eşekler kullanılmaktaydı. Her tüccarın ya da firmanın Asur'dan birkaç eşeklik kervanlarla yola çıktığı fakat bunların birleşerek konvoylar oluşturduğu kesindir. Tabletlerde tepenin üstünde pusuya yatmış kara bir köpek dağınık kervanları bekliyor; gözleri iyi insanları kolluyor biçiminde haydutları anlatan yarı edebi türde anlatımlara rastlanır. Buna karşın bu tehlikelerin Ortaçağ'da Akdeniz ticaretini olumsuz yönde etkileyen korsanların yarattığından daha az olduğu da söylenebilir. Kervanı korumakla yükümlü olan kişiye yapılan ödemelerden bazı belgelerde söz edilmekle beraber büyük güvenlik güçlerinin gerekli olduğunu gösteren bir kayıt yoktur.
Anadolu ile yapılan ticaretin Asurlu tüccarlara büyük kazançlar sağladığı özellikle tunç alaşımında kullanılan kalayın Anadolu'ya getirilmesinin %100'ü aşan kâr getirdiği eldeki yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Alıcının borçlanması durumunda %30 oranında faiz elde edilmekteydi. Kolonilerin bulunduğu kentlerdeki yerel Anadolu kralları da buna karşılık dışalımı yapılan mallar üzerinden dokumalardan 1/20 kalaydan 2/65 oranın vergi almaktaydılar. Ayrıca kervan yollarının geçtiği bölgelerdeki başka beylere malın %10'u oranında yol vergisi ödemekteydiler. Kaneş gibi Karum'ların yakınında kurulu kentlerin kralları meteorik demir ve değerli taşları doğrudan kendileri satma hakkına da sahiptiler. Bu nedenle bazı malları yerel krallara haber vermeden kaçak olarak onların bölgelerine sokan ve vergiden kurtulma yollarına başvuran tüccarlar da yok değildi. Bir belgede ... kaçak mallar yakalandı; saray, Puşuken adlı tüccarı hapse attı. Gardiyanlar çok uyanık. Bütün ülkelere kaçakçılık bildirildi ve nöbetçiler kondu. Dikkat! Kaçakçılık yapmayın! biçiminde tüccarları uyaran bir metin dikkati çekmektedir. Yerel kralların Asurlu tüccarları koruma yükümlülüğünden başka soygunlar nedeniyle oluşan kayıplarını garanti etme yönünde de görevleri vardı. Tüccarlar ise siyasal ve adli bakımdan Asur yönetimine bağlıydılar.
Asurlu tüccarların yerleşmelerinde yaratmış oldukları maddi kültür Anadolulu bir karaktere sahiptir. Avluları tam merkezde olmayan tek ya da iki katlı dikdörtgen evleri çanak-çömlek madeni araçları ve pişmiş toprak heykelcikleri Anadolu'nun kültür çerçevesine çok uygundur. Geometrik motiflerle bezenmiş aslan boğa ve diğer hayvan ya da ayakkabı biçiminde yapılmış kaplar bu yerleşmenin kendine özgü ürünleridir. Tabletler üzerinde görülen mühürler de üslup bakımından aynı dönemdeki Mezopotamya örneklerinden farklıdır.
Anlaşıldığına göre Asurlu tüccarların oluşturdukları kültür maddi belgelerde kendini belli etmemekte Anadolu'ya yabancı kişilerin buralarda yaşadığı sadece yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Bu tüccarların Anadolu kültürüne etkileri de fazla olmamıştır. İlişkileri daha çok korunması altında bulundukları saraylarla olmuş doğal olarak kültürel bakımdan daha tutucu olan yerel halk Asurlular'ın ne dilinden ne de toplumsal ve dinsel görüşlerinden fazla etkilenmemiştir. İleride sözünü edeceğimiz bir mektubun gösterdiği gibi bu kolonistlerin zamanında yerel Anadolu krallarının kendi aralarındaki yazışmalarında bile kullanmış oldukları Eski Asur dili Asur yerleşmelerinin ortadan kalkışından sonra tamamen silinip kaybolmuştur.
Asur Ticaret Kolonilerinin hangi nedenlerle sona erdiğini kesinlikle bilemiyoruz. Ancak kazılardan elde edilen verilere göre bunlar büyük bir yıkım sonunda yok olmuşlardır. Karum II ve Ib tabakaları arasındaki yangın bunun kanıtıdır. Ib katında ticaret ilişkilerinin az da olsa yeniden canlandığını fakat eski canlılığına kavuşmadan Asur ile olan bağların tümüyle kesildiğini görmekteyiz. [2]
Hattuş ve Asur Ticaret Kolonisi (Yaklaşık M.Ö. 2000-1700)
Bu Hatti yerleşmesi, izleyen Orta Tunç Çağı'nda o denli önemli bir merkez olur ki, M.Ö. 19./18. yüzyılda burada bir Karum (Asurlu tüccarların ticaret kolonisi) kurulur. Asurlu (Kuzey Irak'ta Orta Dicle kesiminde) tüccarlar bakır, gümüş ve altın ile değerli taşlar gibi hammaddeleri almak için Anadolu'ya geliyorlardı. Uzun eşek kervanlarıyla mallar Mezopotamya'ya taşınıyor; karşılık olarak oradan kalay, kumaş ve elbiseler getiriliyordu. Asurlu tüccarlar ayrıca Anadolu içindeki ticarete de katılıyorlardı. Anadolu'nun doğusu, kesişme noktalarında ticaret merkezlerinin kurulduğu bir yol ağıyla kaplanmıştı. Bu ticaret merkezleri İç Anadolu'da Hatti beyliklerinin merkezlerinde bulunuyorlardı. Asurlu tüccarlar buralarda aileleri ile birlikte yerli halktan ayrı mahallelerde yaşarlardı. Hatti beylerinin himayesinde yaşayan tüccarlar vergi vermekle yükümlüydüler. Ticaret ağının merkezi Kaneş/Neşa'da idi (Kayseri yakınlarındaki Kültepe).
Asurlu tüccarlarla birlikte yazı da Anadolu'ya gelir. Ticari işlemlerin altından kalkabilmek için belgeleme gerekliydi: Alım- satım, vadeli işler, kredi ve değiş-tokuş işlemleri Akadça çivi yazısı ile kil tabletlere kaydedilmişti. Tabletlerde merkezin adı da geçiyordu: Adı artık Hattuş idi.
Karum dönemi olarak da adlandırılan bu dönemde Büyükkale üzerinde bir sur inşa edilir. Burada Hattuş beylerinin oturduğu kesin görünüyor. Hatti yerleşmesi surun aşağı tarafındaki yamaçta, Hititlerin daha sonra Büyük Tapınağı yaptıkları alana kadar iniyordu. Asurlu tüccarların mahallesi olan Karum buranın kuzeyindeydi. Hem yerleşme, hem de Karum düşman saldırılarına karşı bir surla korunuyor olmalıydı.
M.Ö. 2.binin bu ilk yüzyıllarında İç Anadolu'da, yerli Hatti beyleri ile etki alanlarını genişletmeye çalışan Anadolu dışından gelmiş Hitit grupları sık sık ihtilafa düşüyorlardı. Kazılar, Hattuş şehrinin M.Ö. 1700'lerde büyük bir yangınla tahrip olduğunu gösterir. Çivi yazılı bir tablette bu tahribatla ilgili bir bilgi vardır. Kuşar'lı kral Anitta, Hattuş kralı Pijusti'yi yenip şehrini tahrip ettiğini anlatır:
"Geceleyin yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuş'u yeniden iskan ederse gökyüzünün Fırtına Tanrısı'nın laneti üzerine olsun."
Anitta, gücüne merkez olarak 160 kilometre güneydoğudaki Kaneş / Neşa şehrini seçer. Burası Assur kolonilerinin merkezi olarak zaten nüfuzlu ve güçlü bir yerdi.
Anitta'nın Hattuş ile ilgili lanetinin etkisinin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz; ancak şehrin konumu, su kaynaklarının bolluğu gibi etkenler, kısa zamanda yerleşmecileri yeniden buraya çekmiş olmalıdır. M.Ö.17. yüzyılın ikinci yarısında şehir yine o kadar cazipti ki bir Hitit kralı burayı başkent olarak seçer ve böylece Hattiler'in Hattuş'undan Hititlerin Hattuşa'sı doğar. [3]
Kaynaklar
[1] tr.wikipedia.org/wiki/karum
[2] www.1forum.net/felsefe-psikoloji/asur-ticaret-kolonileri-10177.html
[3] www.hattuscha.de/turkce/kenttarih2.htm
Asur Ticaret Kolonileri
Mezopotamya'da kurulmuş devletlerin tarihleri ilk kuruluş evreleri dışta tutulacak olursa, Anadolu'nun tarihine göre daha iyi bilinir. Bunun nedeni Mezopotamya'da yapılmış ve bugün de sürmekte olan yoğun arkeolojik araştırmalarda ele geçen yazılı belge sayısının fazlalığı kadar bu yazılı belgeler arasında bulunan kral listelerinin varlığıdır.
Kral listeleri hatırlanabilen ilk krallardan belgenin yazıldığı âna kadar başa geçmiş bütün kralları tahtta kalış süreleri ile birlikte sıralar. Aradan geçen zamanla ilk kralların tümü akılda tutulamamış olduğundan adları bilinen krallara çok uzun egemenlik süreleri verilmiş; böylece daha iyi hatırlanan krallarla ilk başa geçenler arasında oluşan boşluk kapatılmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı başlangıç evreleri için bu listeler fazla güvenilir tarih kaynakları değilse de daha sonraki tarihsel gelişimin öğrenilmesinde yararları büyüktür.
Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı gibi kral listeleri sadece hangi kralın hangisinden sonra geldiğini kaç yıl başta kaldığını gösteren ve devletleri göreli kronolojisini belirleyen kaynaklardır. Örneğin Kral A 10 yıl hükümdarlık etmiş sonra başa geçen Kral B 25 yıl tahtta kalmıştır. Listede üçüncü kral olarak görünen Kral C ile Kral A arasında 35 yıllık bir süre olduğu hesaplanabilmektedir ancak bu 35 yıllık zaman dilimi dünyanın yaratılışından bugüne akıp giden ve çeşitli takvim sistemleri ile kavrayabildiğimiz zaman içinde nereye oturtulmalıdır? Örneğin 1800-1835 arasına mı ya da 1210-1245 arasına mı? İşte kral listeleri bu sorulara yanıt vermez ama dolaylı olarak bunların yanıtlanmasına da yardım eder. Göreli kronolojiyi kesin kronoloji haline sokmak için yukarıdaki örnekte verdiğimiz zaman dilimi içinde bir değişmez nokta bulmak gerekmektedir. Bu kesin noktayı da bize Mısır ve Mezopotamya kaynaklı olan astronomi çalışmaları ve gökyüzü cisimlerinin hareketlerine ay ve güneş tutulmalarına ait gözlemlerin kaydedilmiş olduğu belgeler sağlar.
Bu gibi olaylar bazen çok uzun aralıklarla da olsa periyodik olarak olaylar tekrarlanmakta ve bu periyotların süresi biliniyorsa aynı durumun ne zamanlar görülmüş olabileceği geriye doğru hesaplanmaktadır. Sözgelimi eğer Kral B döneminin 3. yılında tam bir güneş tutulması olduğu belgelenmişse bu kralın yaşamış olduğu sanılan zaman kesiti içine rastlayan güneş tutulması hesaplanır ve diyelim ki M.Ö. 1337 yılı bulunur. Bundan sonrası artık kolaydır; elde edilen bu değişmez noktadan hareketle yalnız Kral B'nin değil listede adı geçen bütün kralların tarihleri saptanabilir dolayısıyla bir devletin kronolojisi ana hatları ile ortaya çıkar.
Kültepe yanındaki Asurlu tüccarlara ait yerleşme yerinde saptanan II. Tabakada bulunan tabletlerde geçen İrişum Sargon ve Puzuraşşur gibi Asur kral adları ve her yıl atanan ve yıllara adlarını veren yıl memurları'nın adları yardımıyla bu tabaka M.Ö. 19. yüzyıla Ib tabakası ise M.Ö. 18. yüzyıla tarihlenebilmektedir.
Buradaki tabletlerden anlaşıldığına göre yönetim merkezi Mezopotamya'daki Asur (bugün Kalat Şergat) kenti olan Asur Devleti vatandaşları olan tüccarlar M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllarda Kültepe'de olduğu gibi Anadolu'nun değişik Pazar ağı geliştirmişlerdi. Bu ağ iki tür ticaret merkezinden oluşmaktaydı. Bunlardan biri Anadolu'da o zaman varlığı yine tabletlerden anlaşılan henüz merkezi bir devlet otoritesine bağlı olmayan kent beylikleri yakınında kurulmuş olan Asurlu tüccarların belirli bir serbesti içinde yaşayıp mesleklerini icra ettikleri adına Karum denilen ve Asurca liman ve rıhtım anlamına gelen yerleşmeler büyük yerleşmelerdi. Diğer bir yerleşme ise Asurca ubrum/wabrum sözcüğünden türetilmiş olan wabartum'lar (anlamı misafir) bulunmaktaydı ki bunlar herhalde ana merkezler arasında tüccarların konakladıkları belki mallarını geçici olarak depoladıkları bir çeşit kervansaraylardı.
Ticaret kolonisi terimi Asur'un Anadolu içine uzanan siyasal egemenliği olarak anlaşılmamalıdır. Bunlar hem Asurlu tüccarlara hem de koruması altına girdikleri kent beylerine karşılıklı çıkarlar sağlayan bir ticaret sisteminin parçalarıydı. Dikkat edilmesi gereken ikinci bir nokta da bu kolonilerin uluslararası bir karakter göstermesidir. Ele geçen belgelerdeki tüccar adları incelendiğinde burada yalnız Asurlular'ın değil yerli Anadolu halkına ait kişilerin de ticaret şirketlerine sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Bunların yanında Kuzey Suriye ve Kuzey Mezopotamya kökenli kişiler de ticaret yapmaktaydı. Bu nedenle çoğunluğu Asur'la sıkı ilişkile tüccarlardan oluşan bir topluluğu barındırmasına karşın bu yerleşmelerin yabancı devletlerin ve hükümdarların egemenliğinde olmadığını vurgulamak gerekmektedir.
Sözünü ettiğimiz ticaret ağı Kültepe Karumu'nun II. katı ile çağdaş belgelerde 10 Ib ile çağdaş belgelerde ise 4 adet olarak görülmektedir. Wabartum'lar ise II. tabakaya ait belgelerde yine 10 Ib'de bulunmuş belgelerde ise 2 adet olarak belirmektedir. Bütün örgütlenme içinde sistemli bir biçimde kazıldığı için en iyi tanınanı ve en çok yazılı belge vereni ve eski adının Kaneş olduğu anlaşılan Kültepe'deki Karum'dur. Tablet veren diğer 2 Karum sonradan Hititlerin başkentini oluşturacak olan Boğazköy'deki Karum Hattuş diğeri ise eski adını kesinlikle bilmediğimiz Alişar'daki tüccar yerleşmesidir. Bu iki Karumda da Kaneş Karumu'na oranla çok daha az sayıda tablet bulunmuştur.
Asur ile Anadolu arasındaki ticaretin temelini Asur'dan Anadolu'ya kalay ve dokuma ürünleri dışalımı karşılında da Anadolu'dan genellikle gümüş bazen de altın alımı yapıldığı bilinmekteyse de bakır ticaretinin Kaneş Karumu'ndan değil de bakır madenleri yakınında kurulmuş başka bir Karumdan yapıldığı anlaşılmaktadır; Kaneş Karumu'nda ele geçen belgelerde bakır yollanması ile ilgili bir şey yoktur. Büyük bir olasılıkla bakır ticaretini elinde tutan ve Fırat yakınındaki Ergani bakır madenleri ile ilişkile olan bir Karum bulunmaktaydı. Asurlu tüccarların Anadolu'ya getirdikleri kalayın da Mezopotamya'dan değil İran'da bulunan kalay kaynaklarından alındığı sanılmaktadır.Asur'dan getirilen tekstil ürünlerinin ise Asur'a başka bölgelerden dışalımı yapılan yünün dokunması ile oluşturulduğunu ve dokumacılık işinde genellikle kocaları Kaneş Karumu'nda ticaretle uğraşan kadınların çalıştığını öğreniyoruz. Bu arada bazı tekstil ürünlerinin Asur aracılığıyla güneydeki Babil'den alındığını işlenmiş eşya olarak bazı tunç malzemenin Asur'a dışsatımının yapıldığını yazılı belgelerden anlamaktayız. Mezopotamya ile İndus Bölgesi'nin de ticaret ilişkileri olduğuna dair ipuçlarına sahip olmamıza karşılık buradan alınan eşyanın Asurlu tüccarlar aracılığı ile Anadolu'ya gönderilip gönderilmediğini kesinlikle bilmiyoruz.
Ticaret kervanlarında eşekler kullanılmaktaydı. Her tüccarın ya da firmanın Asur'dan birkaç eşeklik kervanlarla yola çıktığı fakat bunların birleşerek konvoylar oluşturduğu kesindir. Tabletlerde tepenin üstünde pusuya yatmış kara bir köpek dağınık kervanları bekliyor; gözleri iyi insanları kolluyor biçiminde haydutları anlatan yarı edebi türde anlatımlara rastlanır. Buna karşın bu tehlikelerin Ortaçağ'da Akdeniz ticaretini olumsuz yönde etkileyen korsanların yarattığından daha az olduğu da söylenebilir. Kervanı korumakla yükümlü olan kişiye yapılan ödemelerden bazı belgelerde söz edilmekle beraber büyük güvenlik güçlerinin gerekli olduğunu gösteren bir kayıt yoktur.
Anadolu ile yapılan ticaretin Asurlu tüccarlara büyük kazançlar sağladığı özellikle tunç alaşımında kullanılan kalayın Anadolu'ya getirilmesinin %100'ü aşan kâr getirdiği eldeki yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Alıcının borçlanması durumunda %30 oranında faiz elde edilmekteydi. Kolonilerin bulunduğu kentlerdeki yerel Anadolu kralları da buna karşılık dışalımı yapılan mallar üzerinden dokumalardan 1/20 kalaydan 2/65 oranın vergi almaktaydılar. Ayrıca kervan yollarının geçtiği bölgelerdeki başka beylere malın %10'u oranında yol vergisi ödemekteydiler. Kaneş gibi Karum'ların yakınında kurulu kentlerin kralları meteorik demir ve değerli taşları doğrudan kendileri satma hakkına da sahiptiler. Bu nedenle bazı malları yerel krallara haber vermeden kaçak olarak onların bölgelerine sokan ve vergiden kurtulma yollarına başvuran tüccarlar da yok değildi. Bir belgede ... kaçak mallar yakalandı; saray, Puşuken adlı tüccarı hapse attı. Gardiyanlar çok uyanık. Bütün ülkelere kaçakçılık bildirildi ve nöbetçiler kondu. Dikkat! Kaçakçılık yapmayın! biçiminde tüccarları uyaran bir metin dikkati çekmektedir. Yerel kralların Asurlu tüccarları koruma yükümlülüğünden başka soygunlar nedeniyle oluşan kayıplarını garanti etme yönünde de görevleri vardı. Tüccarlar ise siyasal ve adli bakımdan Asur yönetimine bağlıydılar.
Asurlu tüccarların yerleşmelerinde yaratmış oldukları maddi kültür Anadolulu bir karaktere sahiptir. Avluları tam merkezde olmayan tek ya da iki katlı dikdörtgen evleri çanak-çömlek madeni araçları ve pişmiş toprak heykelcikleri Anadolu'nun kültür çerçevesine çok uygundur. Geometrik motiflerle bezenmiş aslan boğa ve diğer hayvan ya da ayakkabı biçiminde yapılmış kaplar bu yerleşmenin kendine özgü ürünleridir. Tabletler üzerinde görülen mühürler de üslup bakımından aynı dönemdeki Mezopotamya örneklerinden farklıdır.
Anlaşıldığına göre Asurlu tüccarların oluşturdukları kültür maddi belgelerde kendini belli etmemekte Anadolu'ya yabancı kişilerin buralarda yaşadığı sadece yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Bu tüccarların Anadolu kültürüne etkileri de fazla olmamıştır. İlişkileri daha çok korunması altında bulundukları saraylarla olmuş doğal olarak kültürel bakımdan daha tutucu olan yerel halk Asurlular'ın ne dilinden ne de toplumsal ve dinsel görüşlerinden fazla etkilenmemiştir. İleride sözünü edeceğimiz bir mektubun gösterdiği gibi bu kolonistlerin zamanında yerel Anadolu krallarının kendi aralarındaki yazışmalarında bile kullanmış oldukları Eski Asur dili Asur yerleşmelerinin ortadan kalkışından sonra tamamen silinip kaybolmuştur.
Asur Ticaret Kolonilerinin hangi nedenlerle sona erdiğini kesinlikle bilemiyoruz. Ancak kazılardan elde edilen verilere göre bunlar büyük bir yıkım sonunda yok olmuşlardır. Karum II ve Ib tabakaları arasındaki yangın bunun kanıtıdır. Ib katında ticaret ilişkilerinin az da olsa yeniden canlandığını fakat eski canlılığına kavuşmadan Asur ile olan bağların tümüyle kesildiğini görmekteyiz. [2]
Hattuş ve Asur Ticaret Kolonisi (Yaklaşık M.Ö. 2000-1700)
Bu Hatti yerleşmesi, izleyen Orta Tunç Çağı'nda o denli önemli bir merkez olur ki, M.Ö. 19./18. yüzyılda burada bir Karum (Asurlu tüccarların ticaret kolonisi) kurulur. Asurlu (Kuzey Irak'ta Orta Dicle kesiminde) tüccarlar bakır, gümüş ve altın ile değerli taşlar gibi hammaddeleri almak için Anadolu'ya geliyorlardı. Uzun eşek kervanlarıyla mallar Mezopotamya'ya taşınıyor; karşılık olarak oradan kalay, kumaş ve elbiseler getiriliyordu. Asurlu tüccarlar ayrıca Anadolu içindeki ticarete de katılıyorlardı. Anadolu'nun doğusu, kesişme noktalarında ticaret merkezlerinin kurulduğu bir yol ağıyla kaplanmıştı. Bu ticaret merkezleri İç Anadolu'da Hatti beyliklerinin merkezlerinde bulunuyorlardı. Asurlu tüccarlar buralarda aileleri ile birlikte yerli halktan ayrı mahallelerde yaşarlardı. Hatti beylerinin himayesinde yaşayan tüccarlar vergi vermekle yükümlüydüler. Ticaret ağının merkezi Kaneş/Neşa'da idi (Kayseri yakınlarındaki Kültepe).
Asurlu tüccarlarla birlikte yazı da Anadolu'ya gelir. Ticari işlemlerin altından kalkabilmek için belgeleme gerekliydi: Alım- satım, vadeli işler, kredi ve değiş-tokuş işlemleri Akadça çivi yazısı ile kil tabletlere kaydedilmişti. Tabletlerde merkezin adı da geçiyordu: Adı artık Hattuş idi.
Karum dönemi olarak da adlandırılan bu dönemde Büyükkale üzerinde bir sur inşa edilir. Burada Hattuş beylerinin oturduğu kesin görünüyor. Hatti yerleşmesi surun aşağı tarafındaki yamaçta, Hititlerin daha sonra Büyük Tapınağı yaptıkları alana kadar iniyordu. Asurlu tüccarların mahallesi olan Karum buranın kuzeyindeydi. Hem yerleşme, hem de Karum düşman saldırılarına karşı bir surla korunuyor olmalıydı.
M.Ö. 2.binin bu ilk yüzyıllarında İç Anadolu'da, yerli Hatti beyleri ile etki alanlarını genişletmeye çalışan Anadolu dışından gelmiş Hitit grupları sık sık ihtilafa düşüyorlardı. Kazılar, Hattuş şehrinin M.Ö. 1700'lerde büyük bir yangınla tahrip olduğunu gösterir. Çivi yazılı bir tablette bu tahribatla ilgili bir bilgi vardır. Kuşar'lı kral Anitta, Hattuş kralı Pijusti'yi yenip şehrini tahrip ettiğini anlatır:
"Geceleyin yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuş'u yeniden iskan ederse gökyüzünün Fırtına Tanrısı'nın laneti üzerine olsun."
Anitta, gücüne merkez olarak 160 kilometre güneydoğudaki Kaneş / Neşa şehrini seçer. Burası Assur kolonilerinin merkezi olarak zaten nüfuzlu ve güçlü bir yerdi.
Anitta'nın Hattuş ile ilgili lanetinin etkisinin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz; ancak şehrin konumu, su kaynaklarının bolluğu gibi etkenler, kısa zamanda yerleşmecileri yeniden buraya çekmiş olmalıdır. M.Ö.17. yüzyılın ikinci yarısında şehir yine o kadar cazipti ki bir Hitit kralı burayı başkent olarak seçer ve böylece Hattiler'in Hattuş'undan Hititlerin Hattuşa'sı doğar. [3]
Kaynaklar
[1] tr.wikipedia.org/wiki/karum
[2] www.1forum.net/felsefe-psikoloji/asur-ticaret-kolonileri-10177.html
[3] www.hattuscha.de/turkce/kenttarih2.htm
4 Aralık 2009 Cuma
taraklı
Pamukova(Akhisar), Geyve, Taraklı, Göynük, Mudurnu, Bolu, Kastamonu ve Safranbolu güzergahı üzerinde olup aynı kuşakta yer alan millet ve mimariyi içeren Tarihi “İpek Yolu” veya “Kral Yolu”da denen yolun üzerinde sessiz ve sakin 5.000 nüfuslu bakir kalmış ve göç almayan ilçelerden biri Taraklı İlçesi..
TARAKLI'NIN TARİHİ
Eski adı ''Dablar'' olan Taraklı, Hellenistik dönemde ''Bytinia'' adını alan bölge içinde olduğu bilinmektedir. Hisartepe'de bulunan iki sarnıç M.Ö.1.Bin ile M.S.2.Bin arasını tarihlemektedir. Aşıkpaşaoğlu Tarihinde Taraklı'nın fethinin Karacahisar'ın fethinden hemen sonra olduğu bilinmektedir. Bu tarih 1289 yılıdır.
Joseph Von Hammer ''Osmanlı Devlet Tarihi'' isimli eserinde Taraklı'nın fethini Osman Bey'in ilk fetihler dizisi arasında göstermektedir.Kaynaklarda fetih tarihi farklı olmakla beraber, kesin olan şey Taraklı'nın Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda, ilk Osmanlı Yurdu içerisinde olduğudur.
Evliya Çelebi Seyahatname'sinde şu bilgileri vermiştir ; ''Taraklı, Bursa Tekfuru tarafından yaptırılmıştır.Osman Gazi'nin fethidir.Yüzelli akçeli kazadır.Halen kalesi virandır.Ama kasabası bağlı,bahçeli, beşyüz'e yakın mamur evi,üzeri tahta ve kiremitlerle örtülü şirin bir kasabadır.11 Camii ve 7 kasabası vardır.Çarşı içindeki camii güzeldir(Yunuspaşa Camii).Bir hamamı,beş hanı,altı mahalle mektebi ve iki yüz dükkanı vardır.Hemen herkes, kaşık ve tarak yapıldığından,bu şehre Taraklı der.Dağlar safi şimşir ağacı kaplı olduğundan halkı bunları işleyip Arap ve Acem'e gönderirler. Suyu ve havası çok güzeldir.Bütün dağlar ormanlarla kaplı av yeridir.Deresi içinde aktıktan sonra,diğer bir nehir vasıtasıyla Sakarya Nehri'ne kavuşur.''
1919 Yunan işgali ile esaret altında kalan şehir,Bursa ve çevresinin kurtuluşu ile tekrar Türklerin eline geçmiştir.1987'ye kadar Geyve İlçesi'ne bağlı bir kasaba iken, bu tarihten itibaren Sakarya İli'ne bağlı bir ilçe merkezi haline gelmiştir.Belediyesi ise 1954 yılında kurulmuştur.
Gelişmekte olan bugünün Taraklı'sı, önemli yol güzergahının dışında, sakin, meyvesi-sebzesi bol, yemyeşil bir şehir görünümündedir.Şehir ve sokak dokusu bozulmayan ender anadolu kentlerinden birisidir
Her mevsim yemyeşil, orman denizi arasında "yüzük taşı" gibi parlayan şirin Taraklı ilçesi...
Taraklı, koruma altındaki 19. yüzyıl Osmanlı evleriyle son yıllarda keşfedilmiş, mükemmel bir doğa kasabası.
Cumbalı, renkli evleri, doğası, tertemiz sokak ve parkları ile her köşesi tablo yapılacak, fotoğrafı çekilecek güzellikler sunuyor. Birbirinden güzel osmanlı evleriyle, güleryüzlü Taraklı insanı şehir karmaşasından sıkılmış misafirlerini bekliyor.
Denizden 800 metre yükseklikteki Taraklı'nın rutubetsiz, sağlam, temiz havasında, betona yenik düşmemiş, odun kokulu daracık sokaklarında yapılan yürüyüş ise, bambaşka duygu ve zevk veriyor...
Çevresi ormanlarla çevrili, Tarihi Kurşun Camii, yatırları, Osmanlı hamamlarıyla bütünleşmiş tarihi kasaba evleri insana güzelliklerle dolu anlar yaşatıyor.
Taraklı, sizi şaşırtacaktır. Bu kadar yakınınızda, bu kadar el değmemiş bir kasabanın varlığına hem şaşıracak hem çok sevineceksiniz.
100 ila 300 yıllık evlerin süslediği Taraklı'nın Osmangazi tarafından alınışından bu yana, halk tahtadan tarak ve kaşık yapımıyla uğraşmış. ilçeye isminin veren tarak yapımına çoktan son verilse de, ağaç oyma el işlerine devam ediliyor.
4200 nüfuslu küçük bir emekli kasabası Taraklı. İstanbul’a yaklaşık 2 saatlik bir mesafede. Adeta minyatür bir Osmanlı kasabası. Öylesine koruyabilmiş kendisini. Yüksekçe bir tepenin eteğine kuruluvermiş. Bu da müthiş güzellik katmış Taraklı’ya. Birçok Alternatif spor çeşidine uygun mekanlara sahip. Küçük bir kapalı kutu gibi uzun seneler açılmayı beklemiş sanki. Ama bu günlerde bir hayli hareketli. Bu güzellikler araştırılıp incelenmiş, küçük küçük projelendirilmiş ve ellerindeki değerin farkında olan insanlar tarafından sunulmaya başlanmış. Biz de anlatalım istedik dilimizin döndüğünce. Ola ki yolunuzu düşürüp görmek istersiniz diye.
Taraklı tarihini araştırmak isteyen Taraklı’lar, epeyce yazılı kaynaklara ulaşmışlar. Aşık Paşazade tarihinden, Hammer’in Osmanlı Devleti Tarihi, Evliya Çelebi’den, Cumhuriyet dönemi yayınlara kadar pek çok yazılı kaynakta geçmiş Taraklı. Hititler, Frigler, Bitinya’lılar ve Bizans İmparatorluğu Taraklı’da yaşamış devletlerden. Yazılı kaynaklarda, çevresindeki değerli ormanlardan, bol sulu kaynaklarından da bahsediliyor.
Taraklı adının, şimşir ağacından veya manda boynuzundan yapılan taraklardan geldiği görülüyor. Tarak haricinde kaşıkçılık da uzun yıllardan beri yapılıyormuş. Hatta 1900’lü yıllarda Taraklı kaşıkları Paris’te sergilenmişler. Dokumacılık ve ipekböcekçiliği de eskilerde yapılan işlerden.
Buram buram tarih kokuyor ve muhteşem bir doğaya sahip Taraklı. Yaklaşık 300 adet ahşap bina var, 91 tanesi tescilli. Yavuz Sultan Selim’in Ridaniye Seferi sırasında Taraklı’da kışlayan Veziri Yunus Paşa tarafından 1516 yıllarında yapıldığı sanılan bir cami bütün orijinalliğiyle duruyor. Tepenin hemen eteğine kurulmuş. Altından geçirilen termal bir suyla o devirlerde yerden ısıtma sistemiyle caminin ısıtılması sağlanmış. Hemen aşağıda bulunan o yıllardan kalma hamam , sayısız tamiratlarla orijinal halinden biraz farklı ama muhteşem ahşap evler bu görüntüyü kamufle etmesini becermiş. Yüzlerce yıl önceki halini koruyabilmiş bir de arastası var. Görülmeye değer. Toplam sekiz adet kültür ve tabiat varlığına sahip. Çevresi 10,5 metre genişliğinde yaklaşık 500-550 yaşında bir çınar ağacı, camisi, hamamı, kale, han ve çeşmeden oluşmaktadır.
Fenerli ev ve Çakırlar Konakları sivil mimarisindeki en güzel iki örnek. Taraklı’ya gittiğinizde hayran olacaksınız. İki Çakırlar Konakları da, Sakarya Valiliğince “Konukevi” yapılmak üzere restore edilmeye başlanmış. Ama sıradan bir restorasyon olmayacak bu çalışma. Konağın içini betonlaştırıp, dışarıdan ahşap giydirme yapmayacaklar. Taraklı’lılar 300 evin de ruhu ile yaşamalarını istiyor. Biz senelerce arka planda kalıp yoksulluk çektik ama şimdi elimizdeki zenginliğin farkındayız, ve onun gelecek nesillere ulaşmasını sağlayacağız diyorlar. Bütün bu evler nefes alıyor ve biz onların betona gömülerek ölmelerine izin vermeyeceğiz diye de ekliyorlar. Bu amaçla, eski ahşap ustalarının çocuklarını, torunlarını toplayıp bu konuda olabildiğince hünerli kılmaya çalışıyorlar. Ahşap aslına uygun kullanılıyor, dolgu malzemesi olarak da özgün malzemelerden yararlanılıyor. kerpiç ve bağdadi malzemeleri, şıma veya horasan harç kullanılıyor, giyotin pencereler bezir yağıyla ovuluyor. Beton, çimento, yağlı boya, Taraklı evlerinden uzak duracak. Osmanlı’nın ahşap konakları, mağrur ama mütevazi, duygu yüklü, büyükşehirlerden gelen yorgun konuklarını ağırlayacaklar.
Taraklı, eski İpek Yolu güzergahı üzerinde. Kadıköy’den geçen Bağdat Devlet yolu, Geyve ve Taraklı üzerinden Ankara’ya ulaşıyordu. İpek Yolu’ndaki kervanların konakladıkları Taraklı’daki han, zorda olsa hala ayakta duruyor. Mutlaka görmelisiniz. Orası da restorasyona girecek ve 30 yataklı küçük bir işletme olarak yüzlerce yıl öncesindeki işlevine devam edecek. Restorasyon projesi bitmiş, Kamulaştırma bedelinin bir kısmı da çıkmış. Eğer orijinal şeklini yakalayabilirlerse Taraklı’nın değerine değer katacaktır. Bu hanın odalarında dinlenen yorgun bezirganlar, döşemedeki kapağı kaldırarak aşağıda bulunan atlarını, develerini kontrol ediyorlarmış. Mesela bu kapakları koruyarak verilecek işlevsellik çok önemli. 624 metrekarelik , U planlı hanın bazı kısımları daha önceden yıkılmış, şimdi yaklaşık 100 sene sonrasında geçmişi yakalamanın başarısını yakalamalı Taraklılar ve bu başarının keyfini çıkartmalılar.
Taraklı’nın küçük bir kapalı kutu ve saklı bir kent olması, 1950’li yıllarda Devlet Kara Yolu’nun Bolu’dan geçmesinden kaynaklanmış. Öncelerde 10.000 nüfuslu Taraklı, sanayinin de gelişmesi ve el işçiliğinin geri plana atılmasıyla iyice küçülmüş, içine kapanıp çevredeki büyük illere göç vermeye başlamış. Her ne kadar zaman zaman ormanın yakılmasıyla ekime uygun tarlalar elde edilmişse de doğası bozulmamış, ilişkiler yozlaşmamış, bu sevimli ve küçük ilçe hala dışarıdan gelen insanları “Tanrı misafiri” anlayışıyla karşılama törelerini yitirmemiş. Taraklı Belediye Başkanı Sayın Tacettin Özkaraman Taraklı’yı, “Kültür, doğa ve sağlık turizminin yeni adresi“ olarak özetliyor. Taraklı ile ilgili gelecek günler için inançlılar, elerindeki değerin farkındalar çünkü. Hemen yanı başımızda bir dinginlik mekanı olsun Taraklı, yorgun bedenlerimize enerji, bezgin ruhlarımıza canlılık katsın.
NASIL GİDİLİR?
İstanbuldan: Ankara istikametine giden TEM gişelerinden girerek, otobandan Adapazarı - Bilecik sapağından çıkış yaptıktan sonra Bilecik istikametini takip ederek, 30 km sonra Alifuatpaşa kasabasına varmadan yeni Göynük-Taraklı yol ayrımından ulaşabilirsiniz. İstanbul-Taraklı arası ortalama bir hızla 2 saat sürmektedir.
Taraklı'ya tren veya otobuslerle de ulaşabilirsiniz. Harem'den kalkan Göynük otobüsleri Taraklı'dan geçmektedir. Trenle Haydarpaşa'dan Adapazarı'na varıp, Tren garına yakın mesafede bulunanTaraklı dolmuşlarıyla kolaylıkla ulaşabilirsiniz.
Nerede Kalınır ?
İstanbul’a 1,5 / 2 saatlik uzaklıkta. Sabah gidip akşam dönebilirsiniz. Şimdlik herhangi bir konaklama tesisi yok. Fakat belediyenin bir personelinde mevcut bulunan 0 544 491 22 15 nolu telefonu istediğiniz saate arayıp , Taraklı’daki bir evde kalabiliyorsunuz. Pansiyon evler daha öncesinde liste halinde belirlenmişler. Oda / kahvaltı istenildiğinde öğlen ve akşam yemekleri alabiliyorsunuz ve özgün bir ortamda yaşama şansınız oluyor.
Ne Yenilir ?
Böylesine doğal bir ilçede yediğiniz her şey, içtiğiniz su bile damağınızda farklı bir tat bırakmaktadır. Nohutlu Mantı dışında Taraklı’nın kendisine özgü bir yemeği yok. Keşkek, yaprak dolması, hamur işleri vs. Ama başka yerlerde bırakınız yemeyi belki adını bile duymadığınız bir tatlısı var Taraklı’nın; UHUT. Bir de köpük helvası var. Köpük Helvası Taraklı’nın çevresindeki diğer yöreler de biliniyor. Çöğen kökü, yumurta, şeker ve glikozla yapılıp içine tahin katılarak yeniyor. Ama Uhut çok uzaklardan gelip, Taraklı’larca tanıtılmış bir tatlı. Ve hiç aklınıza gelmeyen besin maddeleleriyle şeker katılmadan yapılıyor. İsterseniz anlatmayalım, sürpriz olsun. Ama Uhut’la ilgili küçük bir dip not verelim. Gectiğimiz günlerde Sakarya Valiliğince yapılan yemek yarışmasındaki tatlılar bölümünde Uhut 3.lük aldı. Bizden söylemesi. Nohutlu Mantı da yemekler kategorisinde Taraklı’ya bir 6.cılık getirdi.
Neler yapabilirsiniz?
Yamaç Paraşütüne uygun Taraklı. Treking için bir çok elverişli güzergaha sahip. Ahşap işçiliğine merakınız varsa, bir Açıkhava Müzesi görünümüyle çok cazip bir yöre. Güzel bir kanyonu, kanyonun altında bir mağarası var. Ama mağara konusunda Belediye Başkanı Sayın Tacettin Özkaraman ile irtibata geçildikten sonra program yapılmasında fayda var. En önemlisi fotoğrafçılık. Doğa ve Tarih tutkunu iseniz ve ölümsüz anları karelerinizde ebedileştirmeyi seviyorsanız, hemen gidiniz, Taraklı tam size göre.
TARAKLI'NIN TARİHİ
Eski adı ''Dablar'' olan Taraklı, Hellenistik dönemde ''Bytinia'' adını alan bölge içinde olduğu bilinmektedir. Hisartepe'de bulunan iki sarnıç M.Ö.1.Bin ile M.S.2.Bin arasını tarihlemektedir. Aşıkpaşaoğlu Tarihinde Taraklı'nın fethinin Karacahisar'ın fethinden hemen sonra olduğu bilinmektedir. Bu tarih 1289 yılıdır.
Joseph Von Hammer ''Osmanlı Devlet Tarihi'' isimli eserinde Taraklı'nın fethini Osman Bey'in ilk fetihler dizisi arasında göstermektedir.Kaynaklarda fetih tarihi farklı olmakla beraber, kesin olan şey Taraklı'nın Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda, ilk Osmanlı Yurdu içerisinde olduğudur.
Evliya Çelebi Seyahatname'sinde şu bilgileri vermiştir ; ''Taraklı, Bursa Tekfuru tarafından yaptırılmıştır.Osman Gazi'nin fethidir.Yüzelli akçeli kazadır.Halen kalesi virandır.Ama kasabası bağlı,bahçeli, beşyüz'e yakın mamur evi,üzeri tahta ve kiremitlerle örtülü şirin bir kasabadır.11 Camii ve 7 kasabası vardır.Çarşı içindeki camii güzeldir(Yunuspaşa Camii).Bir hamamı,beş hanı,altı mahalle mektebi ve iki yüz dükkanı vardır.Hemen herkes, kaşık ve tarak yapıldığından,bu şehre Taraklı der.Dağlar safi şimşir ağacı kaplı olduğundan halkı bunları işleyip Arap ve Acem'e gönderirler. Suyu ve havası çok güzeldir.Bütün dağlar ormanlarla kaplı av yeridir.Deresi içinde aktıktan sonra,diğer bir nehir vasıtasıyla Sakarya Nehri'ne kavuşur.''
1919 Yunan işgali ile esaret altında kalan şehir,Bursa ve çevresinin kurtuluşu ile tekrar Türklerin eline geçmiştir.1987'ye kadar Geyve İlçesi'ne bağlı bir kasaba iken, bu tarihten itibaren Sakarya İli'ne bağlı bir ilçe merkezi haline gelmiştir.Belediyesi ise 1954 yılında kurulmuştur.
Gelişmekte olan bugünün Taraklı'sı, önemli yol güzergahının dışında, sakin, meyvesi-sebzesi bol, yemyeşil bir şehir görünümündedir.Şehir ve sokak dokusu bozulmayan ender anadolu kentlerinden birisidir
Her mevsim yemyeşil, orman denizi arasında "yüzük taşı" gibi parlayan şirin Taraklı ilçesi...
Taraklı, koruma altındaki 19. yüzyıl Osmanlı evleriyle son yıllarda keşfedilmiş, mükemmel bir doğa kasabası.
Cumbalı, renkli evleri, doğası, tertemiz sokak ve parkları ile her köşesi tablo yapılacak, fotoğrafı çekilecek güzellikler sunuyor. Birbirinden güzel osmanlı evleriyle, güleryüzlü Taraklı insanı şehir karmaşasından sıkılmış misafirlerini bekliyor.
Denizden 800 metre yükseklikteki Taraklı'nın rutubetsiz, sağlam, temiz havasında, betona yenik düşmemiş, odun kokulu daracık sokaklarında yapılan yürüyüş ise, bambaşka duygu ve zevk veriyor...
Çevresi ormanlarla çevrili, Tarihi Kurşun Camii, yatırları, Osmanlı hamamlarıyla bütünleşmiş tarihi kasaba evleri insana güzelliklerle dolu anlar yaşatıyor.
Taraklı, sizi şaşırtacaktır. Bu kadar yakınınızda, bu kadar el değmemiş bir kasabanın varlığına hem şaşıracak hem çok sevineceksiniz.
100 ila 300 yıllık evlerin süslediği Taraklı'nın Osmangazi tarafından alınışından bu yana, halk tahtadan tarak ve kaşık yapımıyla uğraşmış. ilçeye isminin veren tarak yapımına çoktan son verilse de, ağaç oyma el işlerine devam ediliyor.
4200 nüfuslu küçük bir emekli kasabası Taraklı. İstanbul’a yaklaşık 2 saatlik bir mesafede. Adeta minyatür bir Osmanlı kasabası. Öylesine koruyabilmiş kendisini. Yüksekçe bir tepenin eteğine kuruluvermiş. Bu da müthiş güzellik katmış Taraklı’ya. Birçok Alternatif spor çeşidine uygun mekanlara sahip. Küçük bir kapalı kutu gibi uzun seneler açılmayı beklemiş sanki. Ama bu günlerde bir hayli hareketli. Bu güzellikler araştırılıp incelenmiş, küçük küçük projelendirilmiş ve ellerindeki değerin farkında olan insanlar tarafından sunulmaya başlanmış. Biz de anlatalım istedik dilimizin döndüğünce. Ola ki yolunuzu düşürüp görmek istersiniz diye.
Taraklı tarihini araştırmak isteyen Taraklı’lar, epeyce yazılı kaynaklara ulaşmışlar. Aşık Paşazade tarihinden, Hammer’in Osmanlı Devleti Tarihi, Evliya Çelebi’den, Cumhuriyet dönemi yayınlara kadar pek çok yazılı kaynakta geçmiş Taraklı. Hititler, Frigler, Bitinya’lılar ve Bizans İmparatorluğu Taraklı’da yaşamış devletlerden. Yazılı kaynaklarda, çevresindeki değerli ormanlardan, bol sulu kaynaklarından da bahsediliyor.
Taraklı adının, şimşir ağacından veya manda boynuzundan yapılan taraklardan geldiği görülüyor. Tarak haricinde kaşıkçılık da uzun yıllardan beri yapılıyormuş. Hatta 1900’lü yıllarda Taraklı kaşıkları Paris’te sergilenmişler. Dokumacılık ve ipekböcekçiliği de eskilerde yapılan işlerden.
Buram buram tarih kokuyor ve muhteşem bir doğaya sahip Taraklı. Yaklaşık 300 adet ahşap bina var, 91 tanesi tescilli. Yavuz Sultan Selim’in Ridaniye Seferi sırasında Taraklı’da kışlayan Veziri Yunus Paşa tarafından 1516 yıllarında yapıldığı sanılan bir cami bütün orijinalliğiyle duruyor. Tepenin hemen eteğine kurulmuş. Altından geçirilen termal bir suyla o devirlerde yerden ısıtma sistemiyle caminin ısıtılması sağlanmış. Hemen aşağıda bulunan o yıllardan kalma hamam , sayısız tamiratlarla orijinal halinden biraz farklı ama muhteşem ahşap evler bu görüntüyü kamufle etmesini becermiş. Yüzlerce yıl önceki halini koruyabilmiş bir de arastası var. Görülmeye değer. Toplam sekiz adet kültür ve tabiat varlığına sahip. Çevresi 10,5 metre genişliğinde yaklaşık 500-550 yaşında bir çınar ağacı, camisi, hamamı, kale, han ve çeşmeden oluşmaktadır.
Fenerli ev ve Çakırlar Konakları sivil mimarisindeki en güzel iki örnek. Taraklı’ya gittiğinizde hayran olacaksınız. İki Çakırlar Konakları da, Sakarya Valiliğince “Konukevi” yapılmak üzere restore edilmeye başlanmış. Ama sıradan bir restorasyon olmayacak bu çalışma. Konağın içini betonlaştırıp, dışarıdan ahşap giydirme yapmayacaklar. Taraklı’lılar 300 evin de ruhu ile yaşamalarını istiyor. Biz senelerce arka planda kalıp yoksulluk çektik ama şimdi elimizdeki zenginliğin farkındayız, ve onun gelecek nesillere ulaşmasını sağlayacağız diyorlar. Bütün bu evler nefes alıyor ve biz onların betona gömülerek ölmelerine izin vermeyeceğiz diye de ekliyorlar. Bu amaçla, eski ahşap ustalarının çocuklarını, torunlarını toplayıp bu konuda olabildiğince hünerli kılmaya çalışıyorlar. Ahşap aslına uygun kullanılıyor, dolgu malzemesi olarak da özgün malzemelerden yararlanılıyor. kerpiç ve bağdadi malzemeleri, şıma veya horasan harç kullanılıyor, giyotin pencereler bezir yağıyla ovuluyor. Beton, çimento, yağlı boya, Taraklı evlerinden uzak duracak. Osmanlı’nın ahşap konakları, mağrur ama mütevazi, duygu yüklü, büyükşehirlerden gelen yorgun konuklarını ağırlayacaklar.
Taraklı, eski İpek Yolu güzergahı üzerinde. Kadıköy’den geçen Bağdat Devlet yolu, Geyve ve Taraklı üzerinden Ankara’ya ulaşıyordu. İpek Yolu’ndaki kervanların konakladıkları Taraklı’daki han, zorda olsa hala ayakta duruyor. Mutlaka görmelisiniz. Orası da restorasyona girecek ve 30 yataklı küçük bir işletme olarak yüzlerce yıl öncesindeki işlevine devam edecek. Restorasyon projesi bitmiş, Kamulaştırma bedelinin bir kısmı da çıkmış. Eğer orijinal şeklini yakalayabilirlerse Taraklı’nın değerine değer katacaktır. Bu hanın odalarında dinlenen yorgun bezirganlar, döşemedeki kapağı kaldırarak aşağıda bulunan atlarını, develerini kontrol ediyorlarmış. Mesela bu kapakları koruyarak verilecek işlevsellik çok önemli. 624 metrekarelik , U planlı hanın bazı kısımları daha önceden yıkılmış, şimdi yaklaşık 100 sene sonrasında geçmişi yakalamanın başarısını yakalamalı Taraklılar ve bu başarının keyfini çıkartmalılar.
Taraklı’nın küçük bir kapalı kutu ve saklı bir kent olması, 1950’li yıllarda Devlet Kara Yolu’nun Bolu’dan geçmesinden kaynaklanmış. Öncelerde 10.000 nüfuslu Taraklı, sanayinin de gelişmesi ve el işçiliğinin geri plana atılmasıyla iyice küçülmüş, içine kapanıp çevredeki büyük illere göç vermeye başlamış. Her ne kadar zaman zaman ormanın yakılmasıyla ekime uygun tarlalar elde edilmişse de doğası bozulmamış, ilişkiler yozlaşmamış, bu sevimli ve küçük ilçe hala dışarıdan gelen insanları “Tanrı misafiri” anlayışıyla karşılama törelerini yitirmemiş. Taraklı Belediye Başkanı Sayın Tacettin Özkaraman Taraklı’yı, “Kültür, doğa ve sağlık turizminin yeni adresi“ olarak özetliyor. Taraklı ile ilgili gelecek günler için inançlılar, elerindeki değerin farkındalar çünkü. Hemen yanı başımızda bir dinginlik mekanı olsun Taraklı, yorgun bedenlerimize enerji, bezgin ruhlarımıza canlılık katsın.
NASIL GİDİLİR?
İstanbuldan: Ankara istikametine giden TEM gişelerinden girerek, otobandan Adapazarı - Bilecik sapağından çıkış yaptıktan sonra Bilecik istikametini takip ederek, 30 km sonra Alifuatpaşa kasabasına varmadan yeni Göynük-Taraklı yol ayrımından ulaşabilirsiniz. İstanbul-Taraklı arası ortalama bir hızla 2 saat sürmektedir.
Taraklı'ya tren veya otobuslerle de ulaşabilirsiniz. Harem'den kalkan Göynük otobüsleri Taraklı'dan geçmektedir. Trenle Haydarpaşa'dan Adapazarı'na varıp, Tren garına yakın mesafede bulunanTaraklı dolmuşlarıyla kolaylıkla ulaşabilirsiniz.
Nerede Kalınır ?
İstanbul’a 1,5 / 2 saatlik uzaklıkta. Sabah gidip akşam dönebilirsiniz. Şimdlik herhangi bir konaklama tesisi yok. Fakat belediyenin bir personelinde mevcut bulunan 0 544 491 22 15 nolu telefonu istediğiniz saate arayıp , Taraklı’daki bir evde kalabiliyorsunuz. Pansiyon evler daha öncesinde liste halinde belirlenmişler. Oda / kahvaltı istenildiğinde öğlen ve akşam yemekleri alabiliyorsunuz ve özgün bir ortamda yaşama şansınız oluyor.
Ne Yenilir ?
Böylesine doğal bir ilçede yediğiniz her şey, içtiğiniz su bile damağınızda farklı bir tat bırakmaktadır. Nohutlu Mantı dışında Taraklı’nın kendisine özgü bir yemeği yok. Keşkek, yaprak dolması, hamur işleri vs. Ama başka yerlerde bırakınız yemeyi belki adını bile duymadığınız bir tatlısı var Taraklı’nın; UHUT. Bir de köpük helvası var. Köpük Helvası Taraklı’nın çevresindeki diğer yöreler de biliniyor. Çöğen kökü, yumurta, şeker ve glikozla yapılıp içine tahin katılarak yeniyor. Ama Uhut çok uzaklardan gelip, Taraklı’larca tanıtılmış bir tatlı. Ve hiç aklınıza gelmeyen besin maddeleleriyle şeker katılmadan yapılıyor. İsterseniz anlatmayalım, sürpriz olsun. Ama Uhut’la ilgili küçük bir dip not verelim. Gectiğimiz günlerde Sakarya Valiliğince yapılan yemek yarışmasındaki tatlılar bölümünde Uhut 3.lük aldı. Bizden söylemesi. Nohutlu Mantı da yemekler kategorisinde Taraklı’ya bir 6.cılık getirdi.
Neler yapabilirsiniz?
Yamaç Paraşütüne uygun Taraklı. Treking için bir çok elverişli güzergaha sahip. Ahşap işçiliğine merakınız varsa, bir Açıkhava Müzesi görünümüyle çok cazip bir yöre. Güzel bir kanyonu, kanyonun altında bir mağarası var. Ama mağara konusunda Belediye Başkanı Sayın Tacettin Özkaraman ile irtibata geçildikten sonra program yapılmasında fayda var. En önemlisi fotoğrafçılık. Doğa ve Tarih tutkunu iseniz ve ölümsüz anları karelerinizde ebedileştirmeyi seviyorsanız, hemen gidiniz, Taraklı tam size göre.
MEHMET ERÖZ’DE TÜRKLERDE TOTEMİZM İZLERİ
Mustafa TALAS*
ÖZET
Mehmet Eröz, Türk kültürünü çok farklı yönleriyle araştırıp kendinden sonra gelen
sosyologların hizmetine sunmuştur.
Türklerde totemizm izleri meselesi, kültür ve toplum tarihindeki konulardan farklı
biri olarak dikkat çekmiştir. Totemizm, sosyoloji ve sosyal antropolojide insanlığın klan
devrinden kalma birtakım anlayışlarına verilen addır. Bu anlamda, Eröz, Türklerin de
eski yaşayışlarının bir uzantısı olarak totemik anlam taşıyan anlayışlarının var olduğunu
öne sürmektedir. Kurt, at, koyun(özellikle koç), güvercin gibi hayvanlar bu anlayışların
sembolik örnekleridirler.
Özellikle Alevî-Bektaşî kültüründeki tavşan eti yememe ve onu uğursuz sayma
adetinin bu dönemden kalma totemik iz taşıdığı konusu, Türklerdeki totemik iz taşıyan
unsurlar arasında öne çıkmaktadır.
Giriş
Türk Kültürü ile ilgili önemli hususları inceleyerek onları sosyal bilimlerin
hizmetine sunmayı önemli bir görev sayan Merhum Prof. Dr. Mehmet Eröz,
Türklerde kutsal sayılan ya da uğursuz olduğuna inanılan bazı hayvanlarla ilgili
anlayışların totemik iz taşımakta olduğunu düşünmektedir.
Türk Sosyolojisine özellikle Türk Kültürü boyutlu alan araştırmalarıyla
desteklenmiş çalışmalarla katkıda bulunmuş olan Eröz, vefat ettiği 1986 yılına
kadar Türkiye’nin sosyal yapı sorunlarını incelemenin önemini vurgulamıştır.
Türk sosyal sisteminde bazı kutsal ya da uğursuz sayıldığına inanılan şeyleri
de değerlendirmeye tabi tutan Eröz, özellikle kurt, koyun (koç), at, tavşan
gibi hayvanların Türklerde var olduğuna inandığı totemik sembollerin en başta
gelenleri olduğunu ifade etmektedir.
Çalışmanın birinci bölümünde sosyolojik ve sosyal antropolojik olarak totem
ve totemizm açıklanmaya çalışılırken, ikinci bölümünde ise, başta Mehmet
Eröz’ün yaklaşımı olmak üzere Türklerde totemizm izleri izah edilmektedir.
1. Sosyal Antropolojik Olarak Totemizm
Sosyoloji ve sosyal antropoloji literatüründe önemli bir yer tutan sosyal
bir olay olarak totemizm, insanlığın klan ve kısmen ilkel devirlerinde geçerli
olan inanç ve kavrayışlardır.
Mehmet Eröz, bütün cemiyetlerde totemizmin izlerini bugün dahi görebilmenin
mümkün olduğunu ifade etmektedir.1
Totemizm kelimesi, sosyolog ve sosyal antropologlar tarafından, “Totem”
kelimesinden meydana getirilmiştir. Kelime Kızılderili adı verilen Kuzey Amerika
yerlilerinden alınarak, sosyal ilimler edebiyatına mal edilmiştir. Bu yerliler
ve Afrika ve Avusturya klanları, totem adı verilen hayvan, nebat veya eşyayı
kutlu, mübarek sayar, eşyada bile bir hayat tasavvur eder, kendileri ile bu totemler
arasında bir hısımlık bulur ve aynı atadan geldiklerine inanır, totemlerine son
derece hürmet eder, ona dokunmaktan çekinirler. Totemi öldürme, kesme, yeme,
ona dokunma hususundaki yasağa “tabu” adı verilir. Malenezyalılardan alınmış
totemizme ait diğer bir kavram “Mana”dır. Hem klan mensubunda, hem de to-
temde ortaya çıktığına ve içtimai hayatı düzenlediklerine inandıkları bu esrarlı
kuvvete “mana adını verirler.2
2. Türklerde Totemizm Üzerine Bir Tetkik
Türk içtimai teşkilatının 24’e ayrılması, Oğuz ili’nin her dört boyunun bir
“ongun” ve “töz”ü (totemi) vardı. “Ongun” olarak zikredilen avcı kuşlar başlıca
şahin, kartal, tavşancıl, sungur, uç ve çakır’dır”. Bu kuşlardan “Uç” kuşunun
Kadirli –Saimbeyli taraflarında bilindiği ve adına “Karakuş” dendiğini Eröz
araştırmalarında öğrendiğini belirtiyor. Bu yırtıcı kuş, 7-8 kilo ağırlığında, sıkıştırıldığında
insanlara saldıran ve parçalayabilen bir hayvandır.3 Bu hayvan adı
pek çok yerde yer adlarına geçmiştir. Kilis ili merkez ilçeye bağlı “Arpakesmez”
köyünde “Karakuş” soyadını taşıyan ailelerin bulunması ve yine merkez ilçeye
bağlı birçok köyde de kuş soyadını taşıyan ailelere rastlanması buna örnek olarak
verilebilir.
Ziya Gökalp, Eski Türklerin toteme “ongon” dediklerini belirtirken
Abdulkadir İnan, “töz”ün Türkçe olduğunu savunuyor. Ongun’un Moğolca olduğunu
bu nedenle Türklerin “töz” dediklerini ifade ediyor.4 Eröz ise “ongon”un
Moğolca bir kelime dahi olsa kullanım olarak Türkçe’ye iyice yerleşmiş olduğunu
dile getiriyor. Buna örnek olarak Avşarların kurduğu “Onguncular Köyü”
ve şifa bulmak, iyileşmek anlamındaki “onmak” sözcüğünün de bu kökten geldiğini
önemle vurgulamaktadır.5
Eröz, Anadolu’da bazı hayvanların uğurlu veya uğursuz sayılmalarını, tekin
sayılmalarını totemizm devirlerinden kalma silik izler olarak değerlendirir.
Tavşanın uğursuz sayılması, ayıdan çekinip adını anmama, kurttan korkup
“peygamber iti” diye anma buna örnek olarak verilebilir.6
Bahaeddin Ögel’de şamanizmin bir kalıntısı olarak İslamiyetin kabulünden
sonra Türklerde; dervişlerin istedikleri zaman bir hayvan şekline girebilme
(donuna girme) inancını da totemizm izleri olarak değerlendiriyor. O’na göre
kuş totemi veya sembolleri daha ziyade ileri toplumlarda görülür. 24 Oğuz boyunun
damgalarındaki sembol kuşlar, bunun en güzel örneğidir. İlk Türk Müslüman
dervişleri de zaman zaman bir kuş donuna girerlerdi. Ahmet Yesevi turna
donuna; Hacı Bektaş Veli güvercin donuna, Abdal Musa ise geyik donuna bürünürlerdi.
7 Salurların paralarında Salur damgası, Osmanlı Devleti’nde II. Murat
Zamanına kadar kayı damgası, Akkoyunlu paralarında Bayındır damgası vardı.
Akkoyunların sadece paralarında değil, yaptırdıkları eserlerde, resmi vesikalarda
ve bayraklarda da vardı.8
Eröz, Doğu Anadolu’daki “Kürt” adıyla anılan, Türkmenliğin, aslını kaybetmiş
olduğuna inandığı kabilelerde de 24’lü boy teşkilatına rastlandığını ifade
ediyor. Hem de Şeref Han tarafından yazılmış olan Oğuzname tarzı eserin Kürtlere
has olarak gösterilen teşkilat tarzını, isimlerin bir sosyal teşkilatta bu derece
taklidin düşünülemeyeceği için, bu delillerle eski Türk geleneğini devam ettirdiklerini
savunuyor.9
Eröz, kazın da önemli totem özelliği taşıdığını belirtir. Ona göre Anadolu’da
Tahtacıların mezar taşlarındaki “Kaz ayağı” resminin çizili olması ile
“Ehl-i beyt pençesi”nin kaz ayağına benzemesi arasında doğrudan ilişki vardır.
Ehl-i beyt pençesi tamamen kaz ayağına benzer.10
Türkler atı da kutlu saymış, bir “at kültü” meydana getirmiş, atı ayinlerde
kurban edip, merasim, şölenlerle yemişlerdir. “Barak” veya “it” adı verilen köpek
de kutlu sayılmıştır. Proto-Bulgarlar, Kıpçaklar (Kumanlar) köpeği kutlu
saymışlardır. Kırgızların “Kumayık Köpeği” bütün hayvanların törüsü, yani
hamisi sayılmaktadır.11
Kurdun Totemizm Fonksiyonu ve Türk İçtimai Teşkilatı: Göktürkler kurttan türediklerine inanıyorlardı. Göktürk Kağanı’nın muhafızları kurttan türediklerini
sayıyorlardı. Kağan çadırının önüne kurt başı süsler konur, kurt başlı bayrağı
Göktürk hakanına Çin İmparatoru göndermek suretiyle iltifatta bulunurdu.12
B.Ögel’de, Çin kaynaklarının Göktürk Devleti içinde ve Altay dağlarında
oturan Tarduş Türklerinin atasından “kurt başlı bir insan” olarak bahsettiğini,
bunun da Türk totemizminin bir izi sayılmasının bir gereği olduğunu ifade
eder.13 Onun izahatlarına göre, “Kurt Kültü” çok erken çağlarda meydana gelen
bir unsur olarak (Orta Asya’nın ileri Toplumlarında ve büyük devletlerde) çabucak
silinmiş ve ancak efsanelerde bir motif ve bayraklarda da bir sembol olarak
kalmıştır. Göktürklerin “Kurt başlı bayrakları” bu çok eski hatıraların bize
kadar gelen izleridir.
A.İnan’a göre, en eski Türk destanının merkezi unsuru “Başkurt” olmuştur.
Bugünkü Şamani Türklerden kurdun kutsi mahiyeti olduğu görülür. Şaman
davullarında mutlak kurt resmi bulunur. Tuha (Uranhay) Türklerinin kam dualarında
Bozkurt’a aşağıdaki şekilde hitap edilir:
Yukarı Tanrı’dan memurum
Yedi gün (muttasıl) yemek yemez (hayvan)ım
Tanrımın merhametli (bende)si
Bozkurdum, efendim!
Ağız ve burnunu (dili ile) yalamakta olan
Boz kurdum!..14
Kafesoğlu ise, Eski Türklerde totemciliğin varlığı ile ilgili görüşlere katılmaz.
O, kurdun ata olarak tanınmasının, bu hayvana saygı duyulmasının yeterli
delili olmadığını iddia eder. Sosyal ve hukuki yönleri bulunmayan bir teşkilatın
inanç sistemi olamayacağını, bu şartların eksikliğinin totemciliğin var olmadığının
ortaya koyduğunu dile getirir.15
O.Turan da “bozkurt”un yol gösterici, klavuz ve rehber olarak, Oğuz
Han’ın, Göktürklerin ve Oğuzların uğurlu yardımcıları ve mübarek olarak saydıkları
bir sembol olduğunu ifade ediyor. Hatta bazı Avrupalıların geyiğe benzettikleri
hayvan ile Süryani Mihael’in “köpeğe benzer” dediği kılavuzun da
yine kurt olduğunu söylüyor.
Eröz, konuyla ilgili olarak canlı örnekler veriyor. O, Kozan Kürtlerinin
yeni doğmuş çocuğu kurt gibi güçlü ve uğurlu olsun diye kurt postunun içinden
geçirdiklerini dile getiriyor. Dede Korkut da, “Kurt yüzü görmek mübarektir”
diyordu. Bütün Türk devletlerinde kurt bir semboldü, kurt başlı bayraklar kullanırlardı.
Ergenekon Destanı, Oğuz Destanı’da kurt yol gösterici, kurtarıcı, uğurlu,
kutlu bir hayvandı. Kurt, Türklerin eski bir totemi idi. Eröz, Kozan Kürtleri-
nin yeni doğan çocuklarını kurt postundan geçirmelerini bu gözle değerlendirmenin
gerektiğini belirtir.16 Ayrıca hem Orta Asya’da hem de Kozan Kürtlerinde
lahusaya musallat olan kadının yatağının altına kurt postundan bir parça koyulduğunu,
bu parçanın da ana ve yavruyu albastıya karşı koruduğuna inanıldığını
ifade eder.17
Kurt, Türklerde bazı boylara ismini de vermiştir. Başkurtlar gibi... Kutsal
mağaralar, kurdun dolaştığı yerler, bulunduğu yüksek yerler Anadolu’daki meskun
mahallere de isim olmuştur: “Bozkurt (Selim-Kars), Kurtköy (Pendik-İst)
(Arpaçay-Kars), Kurtkale Nah. (Çıldır-Kars), Aşağıkurdoğlu (Göle-Kars),
Kurtdemirkapı (Göle), Kurtömer (Iğdır), Karakurt Nah. (Sarıkamış-Kars), Kurtalan
İlçesi (Siirt), Kurtmahmut (Aşkale-Erzurum), Kurdu (Hınıs-Erzurum),
Kurtuşağı (Akçadağ Malatya), Kurtdere (Harput-Elazığ), Kurtoğlu (Kangal-
Sivas) (Diyarbakır), Kurtlarlı (Divriği-Sivas) Kurtlukaya (Sarkışla-Sivas)
Kurtdoğan (Muradiye-Van) Kurtek (Çıtak-Van), Kurtekavil (Gevaş-Van),
Kurtkapan (D. Beyazıt-Ağrı), Kurtlapa (Yıldızeli-Sivas)..” Bunlardan başka kurt
adını taşıyan pek çok köyümüzün olduğunu Eröz belirtir.18
Eröz’e göre, kurdun totemik iz taşıması hususunda önemli bir delil de,
ismiyle çağrılmaması adetidir. Gerek Anadolu’da gerekse Çuvaşlarda kurdun
“peygamber iti” olarak çağrılması bu yönde değerlendirilebilir.19 Başkurtlarda
da “börü” adının söylenmesinden sakınılması aynı adettendir. Anadolu’da bazı
bölgelerde akrebe “kuyruklu” denmesinin altında da aynı anlayışın yattığını
söyleyebiliriz. Eröz, bu inançları, İslamiyetle çatışmadan Türk geleneği şeklinde
yaşatılan değerler olarak gördüğünü belirtir.20 Ona göre bu tür bir anlayış atlara
ve onların ruhlarına bağlılığın bir ifadesidir.21
Sonuç
Türklerde bazı hayvanlar kutsal ya da uğursuz sayıldıkları için, totemik iz taşıyan unsurlar olarak değerlendirilmektedir.
Mehmet Eröz, özellikle kurt, koç, at, kartal gibi hayvanların bu şekilde
totemik iz taşıdığını öne sürmektedir. Alevîlerin tavşan eti yememeleri ve onu
uğursuz saymalarının da totemizme örnek olabileceği söylenebilir.
Tavşandan başka, Anadolu’da akrep ve köpek gibi hayvanları da uğursuz
olduklarına inanıldığının bir ifadesi olarak kendi isminin dışında bir isimle
anılması anlayışı mevcuttur.
Sonuç olarak yukarıdaki hayvanların Türklerin günlük hayatında önemli
yeri olan hayvanlar olmasından dolayı, totemik bir işareti ifade ettiği rahatlıkla
ileri sürülebilir.
KAYNAKLAR
ERÖZ, Mehmet; Atatürk-Milliyetçilik-Doğu Anadolu, TDAV Yay., İstanbul
1987
ERÖZ, M.; “Kürtlerin Menşei ve Türkmenlerin Kürtleşmesi”, Sosyoloji
Konferansları 5. Kitap, İstanbul 1964, s.119.
ERÖZ, M.; Milli Kültürümüz ve Meselelerimiz, İstanbul, 1983
ERÖZ, Mehmet; “Türk İçtimai Hayatında Totemizm İzleri”, İktisat Fakültesi
Mecmuası’ndan Ayrı Basım, İstanbul 1973, s.289-295
ERÖZ, Mehmet; Türk Kültürü Araştırmaları, İstanbul 1977
İNAN, Abdulkadir; Makaleler ve İncelemeler I - II, Türk Tarih Kurumu
Yay., Ankara 1991
İNAN, Abdulkadir; “Türk Rivayetlerinde Bozkurt”, Makaleler ve İncelemeler
I Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1987, s.73.
KAFESOĞLU, İbrahim; Türk Milli Kültürü, 9. Baskı, Boğaziçi Yay., İstanbul
1993, s.284.
ÖGEL, Bahaeddin; Türk Mitolojisi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara
1993
ÖZET
Mehmet Eröz, Türk kültürünü çok farklı yönleriyle araştırıp kendinden sonra gelen
sosyologların hizmetine sunmuştur.
Türklerde totemizm izleri meselesi, kültür ve toplum tarihindeki konulardan farklı
biri olarak dikkat çekmiştir. Totemizm, sosyoloji ve sosyal antropolojide insanlığın klan
devrinden kalma birtakım anlayışlarına verilen addır. Bu anlamda, Eröz, Türklerin de
eski yaşayışlarının bir uzantısı olarak totemik anlam taşıyan anlayışlarının var olduğunu
öne sürmektedir. Kurt, at, koyun(özellikle koç), güvercin gibi hayvanlar bu anlayışların
sembolik örnekleridirler.
Özellikle Alevî-Bektaşî kültüründeki tavşan eti yememe ve onu uğursuz sayma
adetinin bu dönemden kalma totemik iz taşıdığı konusu, Türklerdeki totemik iz taşıyan
unsurlar arasında öne çıkmaktadır.
Giriş
Türk Kültürü ile ilgili önemli hususları inceleyerek onları sosyal bilimlerin
hizmetine sunmayı önemli bir görev sayan Merhum Prof. Dr. Mehmet Eröz,
Türklerde kutsal sayılan ya da uğursuz olduğuna inanılan bazı hayvanlarla ilgili
anlayışların totemik iz taşımakta olduğunu düşünmektedir.
Türk Sosyolojisine özellikle Türk Kültürü boyutlu alan araştırmalarıyla
desteklenmiş çalışmalarla katkıda bulunmuş olan Eröz, vefat ettiği 1986 yılına
kadar Türkiye’nin sosyal yapı sorunlarını incelemenin önemini vurgulamıştır.
Türk sosyal sisteminde bazı kutsal ya da uğursuz sayıldığına inanılan şeyleri
de değerlendirmeye tabi tutan Eröz, özellikle kurt, koyun (koç), at, tavşan
gibi hayvanların Türklerde var olduğuna inandığı totemik sembollerin en başta
gelenleri olduğunu ifade etmektedir.
Çalışmanın birinci bölümünde sosyolojik ve sosyal antropolojik olarak totem
ve totemizm açıklanmaya çalışılırken, ikinci bölümünde ise, başta Mehmet
Eröz’ün yaklaşımı olmak üzere Türklerde totemizm izleri izah edilmektedir.
1. Sosyal Antropolojik Olarak Totemizm
Sosyoloji ve sosyal antropoloji literatüründe önemli bir yer tutan sosyal
bir olay olarak totemizm, insanlığın klan ve kısmen ilkel devirlerinde geçerli
olan inanç ve kavrayışlardır.
Mehmet Eröz, bütün cemiyetlerde totemizmin izlerini bugün dahi görebilmenin
mümkün olduğunu ifade etmektedir.1
Totemizm kelimesi, sosyolog ve sosyal antropologlar tarafından, “Totem”
kelimesinden meydana getirilmiştir. Kelime Kızılderili adı verilen Kuzey Amerika
yerlilerinden alınarak, sosyal ilimler edebiyatına mal edilmiştir. Bu yerliler
ve Afrika ve Avusturya klanları, totem adı verilen hayvan, nebat veya eşyayı
kutlu, mübarek sayar, eşyada bile bir hayat tasavvur eder, kendileri ile bu totemler
arasında bir hısımlık bulur ve aynı atadan geldiklerine inanır, totemlerine son
derece hürmet eder, ona dokunmaktan çekinirler. Totemi öldürme, kesme, yeme,
ona dokunma hususundaki yasağa “tabu” adı verilir. Malenezyalılardan alınmış
totemizme ait diğer bir kavram “Mana”dır. Hem klan mensubunda, hem de to-
temde ortaya çıktığına ve içtimai hayatı düzenlediklerine inandıkları bu esrarlı
kuvvete “mana adını verirler.2
2. Türklerde Totemizm Üzerine Bir Tetkik
Türk içtimai teşkilatının 24’e ayrılması, Oğuz ili’nin her dört boyunun bir
“ongun” ve “töz”ü (totemi) vardı. “Ongun” olarak zikredilen avcı kuşlar başlıca
şahin, kartal, tavşancıl, sungur, uç ve çakır’dır”. Bu kuşlardan “Uç” kuşunun
Kadirli –Saimbeyli taraflarında bilindiği ve adına “Karakuş” dendiğini Eröz
araştırmalarında öğrendiğini belirtiyor. Bu yırtıcı kuş, 7-8 kilo ağırlığında, sıkıştırıldığında
insanlara saldıran ve parçalayabilen bir hayvandır.3 Bu hayvan adı
pek çok yerde yer adlarına geçmiştir. Kilis ili merkez ilçeye bağlı “Arpakesmez”
köyünde “Karakuş” soyadını taşıyan ailelerin bulunması ve yine merkez ilçeye
bağlı birçok köyde de kuş soyadını taşıyan ailelere rastlanması buna örnek olarak
verilebilir.
Ziya Gökalp, Eski Türklerin toteme “ongon” dediklerini belirtirken
Abdulkadir İnan, “töz”ün Türkçe olduğunu savunuyor. Ongun’un Moğolca olduğunu
bu nedenle Türklerin “töz” dediklerini ifade ediyor.4 Eröz ise “ongon”un
Moğolca bir kelime dahi olsa kullanım olarak Türkçe’ye iyice yerleşmiş olduğunu
dile getiriyor. Buna örnek olarak Avşarların kurduğu “Onguncular Köyü”
ve şifa bulmak, iyileşmek anlamındaki “onmak” sözcüğünün de bu kökten geldiğini
önemle vurgulamaktadır.5
Eröz, Anadolu’da bazı hayvanların uğurlu veya uğursuz sayılmalarını, tekin
sayılmalarını totemizm devirlerinden kalma silik izler olarak değerlendirir.
Tavşanın uğursuz sayılması, ayıdan çekinip adını anmama, kurttan korkup
“peygamber iti” diye anma buna örnek olarak verilebilir.6
Bahaeddin Ögel’de şamanizmin bir kalıntısı olarak İslamiyetin kabulünden
sonra Türklerde; dervişlerin istedikleri zaman bir hayvan şekline girebilme
(donuna girme) inancını da totemizm izleri olarak değerlendiriyor. O’na göre
kuş totemi veya sembolleri daha ziyade ileri toplumlarda görülür. 24 Oğuz boyunun
damgalarındaki sembol kuşlar, bunun en güzel örneğidir. İlk Türk Müslüman
dervişleri de zaman zaman bir kuş donuna girerlerdi. Ahmet Yesevi turna
donuna; Hacı Bektaş Veli güvercin donuna, Abdal Musa ise geyik donuna bürünürlerdi.
7 Salurların paralarında Salur damgası, Osmanlı Devleti’nde II. Murat
Zamanına kadar kayı damgası, Akkoyunlu paralarında Bayındır damgası vardı.
Akkoyunların sadece paralarında değil, yaptırdıkları eserlerde, resmi vesikalarda
ve bayraklarda da vardı.8
Eröz, Doğu Anadolu’daki “Kürt” adıyla anılan, Türkmenliğin, aslını kaybetmiş
olduğuna inandığı kabilelerde de 24’lü boy teşkilatına rastlandığını ifade
ediyor. Hem de Şeref Han tarafından yazılmış olan Oğuzname tarzı eserin Kürtlere
has olarak gösterilen teşkilat tarzını, isimlerin bir sosyal teşkilatta bu derece
taklidin düşünülemeyeceği için, bu delillerle eski Türk geleneğini devam ettirdiklerini
savunuyor.9
Eröz, kazın da önemli totem özelliği taşıdığını belirtir. Ona göre Anadolu’da
Tahtacıların mezar taşlarındaki “Kaz ayağı” resminin çizili olması ile
“Ehl-i beyt pençesi”nin kaz ayağına benzemesi arasında doğrudan ilişki vardır.
Ehl-i beyt pençesi tamamen kaz ayağına benzer.10
Türkler atı da kutlu saymış, bir “at kültü” meydana getirmiş, atı ayinlerde
kurban edip, merasim, şölenlerle yemişlerdir. “Barak” veya “it” adı verilen köpek
de kutlu sayılmıştır. Proto-Bulgarlar, Kıpçaklar (Kumanlar) köpeği kutlu
saymışlardır. Kırgızların “Kumayık Köpeği” bütün hayvanların törüsü, yani
hamisi sayılmaktadır.11
Kurdun Totemizm Fonksiyonu ve Türk İçtimai Teşkilatı: Göktürkler kurttan türediklerine inanıyorlardı. Göktürk Kağanı’nın muhafızları kurttan türediklerini
sayıyorlardı. Kağan çadırının önüne kurt başı süsler konur, kurt başlı bayrağı
Göktürk hakanına Çin İmparatoru göndermek suretiyle iltifatta bulunurdu.12
B.Ögel’de, Çin kaynaklarının Göktürk Devleti içinde ve Altay dağlarında
oturan Tarduş Türklerinin atasından “kurt başlı bir insan” olarak bahsettiğini,
bunun da Türk totemizminin bir izi sayılmasının bir gereği olduğunu ifade
eder.13 Onun izahatlarına göre, “Kurt Kültü” çok erken çağlarda meydana gelen
bir unsur olarak (Orta Asya’nın ileri Toplumlarında ve büyük devletlerde) çabucak
silinmiş ve ancak efsanelerde bir motif ve bayraklarda da bir sembol olarak
kalmıştır. Göktürklerin “Kurt başlı bayrakları” bu çok eski hatıraların bize
kadar gelen izleridir.
A.İnan’a göre, en eski Türk destanının merkezi unsuru “Başkurt” olmuştur.
Bugünkü Şamani Türklerden kurdun kutsi mahiyeti olduğu görülür. Şaman
davullarında mutlak kurt resmi bulunur. Tuha (Uranhay) Türklerinin kam dualarında
Bozkurt’a aşağıdaki şekilde hitap edilir:
Yukarı Tanrı’dan memurum
Yedi gün (muttasıl) yemek yemez (hayvan)ım
Tanrımın merhametli (bende)si
Bozkurdum, efendim!
Ağız ve burnunu (dili ile) yalamakta olan
Boz kurdum!..14
Kafesoğlu ise, Eski Türklerde totemciliğin varlığı ile ilgili görüşlere katılmaz.
O, kurdun ata olarak tanınmasının, bu hayvana saygı duyulmasının yeterli
delili olmadığını iddia eder. Sosyal ve hukuki yönleri bulunmayan bir teşkilatın
inanç sistemi olamayacağını, bu şartların eksikliğinin totemciliğin var olmadığının
ortaya koyduğunu dile getirir.15
O.Turan da “bozkurt”un yol gösterici, klavuz ve rehber olarak, Oğuz
Han’ın, Göktürklerin ve Oğuzların uğurlu yardımcıları ve mübarek olarak saydıkları
bir sembol olduğunu ifade ediyor. Hatta bazı Avrupalıların geyiğe benzettikleri
hayvan ile Süryani Mihael’in “köpeğe benzer” dediği kılavuzun da
yine kurt olduğunu söylüyor.
Eröz, konuyla ilgili olarak canlı örnekler veriyor. O, Kozan Kürtlerinin
yeni doğmuş çocuğu kurt gibi güçlü ve uğurlu olsun diye kurt postunun içinden
geçirdiklerini dile getiriyor. Dede Korkut da, “Kurt yüzü görmek mübarektir”
diyordu. Bütün Türk devletlerinde kurt bir semboldü, kurt başlı bayraklar kullanırlardı.
Ergenekon Destanı, Oğuz Destanı’da kurt yol gösterici, kurtarıcı, uğurlu,
kutlu bir hayvandı. Kurt, Türklerin eski bir totemi idi. Eröz, Kozan Kürtleri-
nin yeni doğan çocuklarını kurt postundan geçirmelerini bu gözle değerlendirmenin
gerektiğini belirtir.16 Ayrıca hem Orta Asya’da hem de Kozan Kürtlerinde
lahusaya musallat olan kadının yatağının altına kurt postundan bir parça koyulduğunu,
bu parçanın da ana ve yavruyu albastıya karşı koruduğuna inanıldığını
ifade eder.17
Kurt, Türklerde bazı boylara ismini de vermiştir. Başkurtlar gibi... Kutsal
mağaralar, kurdun dolaştığı yerler, bulunduğu yüksek yerler Anadolu’daki meskun
mahallere de isim olmuştur: “Bozkurt (Selim-Kars), Kurtköy (Pendik-İst)
(Arpaçay-Kars), Kurtkale Nah. (Çıldır-Kars), Aşağıkurdoğlu (Göle-Kars),
Kurtdemirkapı (Göle), Kurtömer (Iğdır), Karakurt Nah. (Sarıkamış-Kars), Kurtalan
İlçesi (Siirt), Kurtmahmut (Aşkale-Erzurum), Kurdu (Hınıs-Erzurum),
Kurtuşağı (Akçadağ Malatya), Kurtdere (Harput-Elazığ), Kurtoğlu (Kangal-
Sivas) (Diyarbakır), Kurtlarlı (Divriği-Sivas) Kurtlukaya (Sarkışla-Sivas)
Kurtdoğan (Muradiye-Van) Kurtek (Çıtak-Van), Kurtekavil (Gevaş-Van),
Kurtkapan (D. Beyazıt-Ağrı), Kurtlapa (Yıldızeli-Sivas)..” Bunlardan başka kurt
adını taşıyan pek çok köyümüzün olduğunu Eröz belirtir.18
Eröz’e göre, kurdun totemik iz taşıması hususunda önemli bir delil de,
ismiyle çağrılmaması adetidir. Gerek Anadolu’da gerekse Çuvaşlarda kurdun
“peygamber iti” olarak çağrılması bu yönde değerlendirilebilir.19 Başkurtlarda
da “börü” adının söylenmesinden sakınılması aynı adettendir. Anadolu’da bazı
bölgelerde akrebe “kuyruklu” denmesinin altında da aynı anlayışın yattığını
söyleyebiliriz. Eröz, bu inançları, İslamiyetle çatışmadan Türk geleneği şeklinde
yaşatılan değerler olarak gördüğünü belirtir.20 Ona göre bu tür bir anlayış atlara
ve onların ruhlarına bağlılığın bir ifadesidir.21
Sonuç
Türklerde bazı hayvanlar kutsal ya da uğursuz sayıldıkları için, totemik iz taşıyan unsurlar olarak değerlendirilmektedir.
Mehmet Eröz, özellikle kurt, koç, at, kartal gibi hayvanların bu şekilde
totemik iz taşıdığını öne sürmektedir. Alevîlerin tavşan eti yememeleri ve onu
uğursuz saymalarının da totemizme örnek olabileceği söylenebilir.
Tavşandan başka, Anadolu’da akrep ve köpek gibi hayvanları da uğursuz
olduklarına inanıldığının bir ifadesi olarak kendi isminin dışında bir isimle
anılması anlayışı mevcuttur.
Sonuç olarak yukarıdaki hayvanların Türklerin günlük hayatında önemli
yeri olan hayvanlar olmasından dolayı, totemik bir işareti ifade ettiği rahatlıkla
ileri sürülebilir.
KAYNAKLAR
ERÖZ, Mehmet; Atatürk-Milliyetçilik-Doğu Anadolu, TDAV Yay., İstanbul
1987
ERÖZ, M.; “Kürtlerin Menşei ve Türkmenlerin Kürtleşmesi”, Sosyoloji
Konferansları 5. Kitap, İstanbul 1964, s.119.
ERÖZ, M.; Milli Kültürümüz ve Meselelerimiz, İstanbul, 1983
ERÖZ, Mehmet; “Türk İçtimai Hayatında Totemizm İzleri”, İktisat Fakültesi
Mecmuası’ndan Ayrı Basım, İstanbul 1973, s.289-295
ERÖZ, Mehmet; Türk Kültürü Araştırmaları, İstanbul 1977
İNAN, Abdulkadir; Makaleler ve İncelemeler I - II, Türk Tarih Kurumu
Yay., Ankara 1991
İNAN, Abdulkadir; “Türk Rivayetlerinde Bozkurt”, Makaleler ve İncelemeler
I Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1987, s.73.
KAFESOĞLU, İbrahim; Türk Milli Kültürü, 9. Baskı, Boğaziçi Yay., İstanbul
1993, s.284.
ÖGEL, Bahaeddin; Türk Mitolojisi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara
1993
SÜMER MİTOLOJİSİ VE DİĞER MEDENİYETLERE ETKİSİ
Burada yazacaklarımın iskeletini, Prof. Dr. Gönül Tekin’in konuşmacı olarak katıldığı bir programda dinlediklerim oluşturmaktadır. Kendisi sayesinde, Türkiye’de halen yayınlanmamış ancak tüm dünyada konunun asıl kaynakları gibi görünen eserlerin bir nevi özetini elde etmiş olduk. Bu eserlerin Türkçeye çevriliyor olduğuna dair bir ipucu bulamadım. Bu durumda eserlerin bir şekilde orijinallerine ulaşmak ve İngilizcemin yeterli olacağına dair umutlu olmaktan başka umudum yok.
Öncelikle Gönül Hoca’dan biraz bahsetmek gerekir. Kendisi, Harvard Üniversitesi’nde Edebiyat Profesörü’dür. Yazdıklarıyla tüm dünyada Türkoloji alanında otorite kabul edilen ve vefatından önce yine Harvard Üniversitesi’nde kürsüsü bulunan Prof. Dr. Şinasi Tekin’in eşidir. Bu çiftin çabasıyla, Cunda Adasında Harvard Üniversitesi’ne bağlı olan bir Osmanlıca Dil Okulu bile açılır. Parçalanmasıyla yirmiden fazla modern devlet çıkaran Osmanlı İmparatorluğu’nun devasa arşivini inceleyecek ve bu kaynaklardan bugün nasıl yararlanabiliriz konusunu araştıracak fazlaca insan yok Türkiye’de. Bugün bu kaynakları inceleyenler, şahit olduğunuz gibi Ortadoğu politikasını belirliyorlar.
Türkiye’de çağdaş ve bilimsel olmayan üniversite mantığı, son derece gülünç ve utanç verici bir şekilde bu ve bu gibi isimleri Türkiye’den koparmıştır(konumuz olmadığı için ayrıntısını vermiyorum). Belki de iyi oldu diye teselli arıyorum, çünkü aksi takdirde Gönül Hoca, Harvard gibi bir üniversiteye gidemeyecek, çalışmalarını bu denli kapsamlı ve özgürce yapamayacaktı.
Gönül Tekin bir edebiyat profesörüdür ve çalışmalarının önemli bir kısmını Osmanlı dönemi edebiyatı oluşturur. Kimi zaman incelediği eserlerde, ne olduğu kolaylıkla anlaşılamayacak satırlar, mısralar, dizeler görür. Bunlardan biri de, Ahmed-i Dâ’i tarafından 1405-1406’da yazılan, Yıldırım Bayezid’in şehzadelerinden Emir Süleyman’a sunulan Çengname isimli eserde gördükleridir. Bu eserde bir ağaçtan bahsedilir. Bu ağaçta tüm meyveler yetişmektedir, insanlar bu meyvelerden yemektedirler; ağacın eteğinden ve kökünden sular akmaktadır, haşmetli bir gölgesi ve tacı vardır ve anlatımı sanki bir cennet ağacının tasvirine benzer. Gönül Tekin, bu ağaca çok benzer bir ağacın Tevrat’ta anlatıldığını anımsaması üzerine konuyu derinlemesine araştırmaya karar verir ve bu konudaki çalışmaları yıllarca sürer. Sonuçta Edebiyat profesörü olmasına rağmen, yıllarca süren bu araştırmaları kendisine, çoğu tarihçiyi ve arkeologu kıskandıracak bilgi sağlar.
İşte, aşağıda anlatılan konuların büyük kısmı, kendisinden dinleme şansına sahip olduğum ve bu çerçevede elimden geldiğince araştırmaya çalıştığım şeylerdir.
1. SÜMER DİNİ
Sümerliler, M.Ö. 4000 - M.Ö. 2000 yılları arasında, Basra Körfezi’nde nehirlerin denize döküldüğü bölgede Eridu, Uruk, Lagaş, Nippur, Sippar, Larsa, Umma, Şuruppak gibi temel ve daha bir çok ufak şehirlerle çevrili bölgede yaşadılar. Sümerlilerin bizim için önemi şudur; tarihte elimize ulaşan ilk yazılı metinler, bu uygarlığa aittir.
Tarihi bilgiler, Sümerlilerin Orta Asya’dan bu bölgeye göç ettiklerini gösteriyor. Yani Sümerliler, bugün bölgede yaşayan Semitik ırktan değildi fakat yıkılışından sonra Semiktik ırklar arasında eriyerek yok oldu.
Sümerlilerin Orta Asya’dan göç etmesi, Atatürk’ün bile ilgisini çekmiştir, Sümerlilerin Türk olup olmadıkları, Türkçe konuşup konuşmadıkları araştırılmıştır (Güneş Dil Teorisi mevzuu. Sonradan asılsız çıkmıştır). Eldeki veriler ancak, Orta Asya’da çok eski dönemde Sümerliler ile Türklerin komşu olabilecekleri ve birbirlerini etkilemiş olabilecekleri tahminlerini yaptırıyor. Her iki dilde de ortak bazı kelimelerin ve deyişlerin olduğu biliniyor. Soğan, sarımsak gibi birçok kelime her iki dilde de aynı (Tanrı eski Türkçede Tengri, Sümercede ise Tengir’dir). Sümer atasözü olan “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” sözünü bizler hala kullanıyoruz. Tembeller için bugün söylediğimiz “Malak gibi yatıyor” sözünün aslı “Balak gibi yatıyor”dur. Balak, Sümer tapınaklarındaki törenlerde kullanılan, yerinden kıpırdatılması çok zor olan ve devasa büyüklükte bir davuldu. Du-balak kelimesi, bugün dilimizde “dümbelek” olarak yaşamaktadır.
Bugün dünyadaki tek tanrılı dinlerin ilham vericisi olan Sümer Dini, önceleri tanrısız bir dindi. İnsanlar öncelikle büyük tabiat güçlerine taparlardı. Büyük tabiat güçleri pasifti, yaratıcı güçten yoksundu. Bu tabiat güçlerine sonradan Tanrısallık biçilmiştir. İnsan aklı somuttan soyuta doğru gelişmiştir ve soyut şeyleri Antik Çağların insanları somutlaştırmak istemiştir (dinler de bu ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır). Örneğin Ninurta, önceleri rüzgarın içindeki enerjiydi, sonraları Rüzgar Tanrısı oldu. (Ninurta ismi, fonetik değişimlerle önce Nimurt ve sonra da Nemrut olmuştur, Bitlis’teki Nemrut Dağı)
(Ninurta) (Nemrut)
Tanrı Tammuz (Dumuzi) ise ilk etapta (Tammuz çok çok önemli bir tanrıdır, bölgeden bölgeye çeşitli şekilleri, görünümleri ve versiyonları vardır) ağacın ve bitkilerin içindeki enerjiydi, sonraları çeşitli tanrılara döndü (ayrıntılar birazdan). Tammuz’un bu haliyle simgesi hem bir hurma ağacı hem de Ama’ Usum Galana denilen yılandır (bu şekilde tasvir edildiği bölgede Tammuz adı, “oğul, çocuk” anlamına gelen Damu olur). Benzer şekilde Tanrı Ningiszhida, toprağın altına inen gücü simgeleyen dallar ve yılan olarak simgelenmiştir ve bugün tıbbın sembolü olan dala sarılı iki yılanın ana kaynağıdır.
(Ningiszhida)
2. TANRI TAMMUZ, TANRIÇA İNANNA VE KUTSAL EVLİLİK VE KUTSAL AĞAÇ
Bütün tanrı ve tanrıçalar içinde Tammuz (Dumuzi) ve İnanna, bizim açımızdan çok önemlidir. Bu tanrı-tanrıça çiftinin değişik versiyonları ve değişik adları kafa karıştırıcı gibi görünecektir, ancak bugün birçok şeyin özünde bu ikisi yatar. Örneğin Tanrı Tammuz, Sümer ülkesinde bile küçükbaş hayvancılığın yapıldığı şehirlerde, büyükbaş hayvancılığın yapıldığı şehirlerde ve tarımla geçinen şehirlerde farklı anlaşılmış farklı anlatılmıştır.
(Tammuz)
Tarımla geçinen toplumlarda bitkinin ve ağacın içindeki enerji olarak Damu görüntüsüyle karşımıza çıkan Tammuz, küçükbaş hayvancılıkla geçinen bölgelerde karşımıza koyunun, keçinin vs. içindeki yaratıcı güç olarak karşımıza çıkar. Bu bölgelerde ayrıca Tammuz’un ölümüne dair metinlere ve rölyeflere rastlanır. Hayvanlar yavruladıktan ve sütten kesildikten sonra, yani içlerindeki yaratma güçleri sona erdiği mevsimde Tanrı Tammuz ölmüş olur. Bu, bizim bildiğimiz manada bir ölüm değildir; bazı metinlere göre Tammuz derin bir uykuya yatmıştır veya Yer Altı Dünyası’na inmiştir veya bir mağaraya saklamıştır. Fakat Tammuz geri gelecektir, hayvanlar tekrar yavrulayacak ve süt vereceklerdir.
Büyükbaş hayvancılıkla geçinen bölgelerde ise Tammuz, göğe çıkmış vahşi bir boğadır (Bu dönem, artık yaratıcı tabiat güçlerinin Tanrısallaştığı ve göğe çıkarıldığı M.Ö. 2500’lere rastlar). Bu dönemde Tammuz, Boğa burcunu simgeler. Güneşin ilkbaharda Boğa burcuna girmesi, Vahşi Boğa’nın güneş olarak 12 burcu geçerek sürmesi ve bir yılı meydana getirmesi demekti. Gök gürültüsü bu boğanın kükremesi, şimşek ise bu boğanın tanrısal hiddetidir.
M.Ö. 2500ler önemlidir, çünkü Sami ırktan Araplar, Sümer bölgesine yerleşmeye başlar. Akad Kralı I. Sargon bölgeyi işgal eder ve Akad Krallığı’nı kurar. Akadlar bölgeyi işgal ettiklerinde muazzam bir medeniyetle karşılaştılar. Bu döneme kadar Sümerliler, gökbiliminde hayli ilerlemişlerdi. Akadların da etkisiyle bu gökbilimi ilerledi ve Tanrılar gökte konumlandırıldı. Hatta yeryüzünde, Eridu kentinde olduğuna inanılan cennet (yani Dilmun Ülkesi) bile gökyüzüne taşınmıştır. Cennetin Kralı Tanrı Enki’dir.
(Enki)
Tanrı Enki, Tammuz’un babasıdır, yer altı sularının ve kaynakların tanrısıdır. Zaten Tammuz ilk olarak bu Dilmun ülkesindeki haliyle tasvir edilmiştir, Tammuz için metinlerde şöyle denir: “Bir yığın Haşur Ormanlarının arasında sen pırıl pırıl parlayan bir selvi ağacıydın ve senin bulunduğun yere sadece güneş gelebilirdi”. Bu nedenledir ki, Sümer tapınaklarında bunun sembolü olarak selvi ağacı dikilirdi. Tammuz, Sular Tanrısı Enki’nin oğlu olduğu için, tapınaklarda aynı zamanda havuz, su kuyusu veya çeşme de olurdu. Bugün mezarlıklarda selvi ağaçlarının olmasının nedeni, selvi ağacının “ebedi hayat”ı simgelemesidir, çünkü Tammuz gerçek anlamda hiçbir zaman ölmez (Temmuz ayı Tammuz’dan gelir, Domuz kelimesinin de Tammuz’un diğer adı olan Dumuzi’den geldiği düşünülüyor. Çünkü Tammuz’u ve daha sonraları dönüştüğü tanrı olan Adonis’i de öldüren domuzdur. Domuzun İslamiyet’te ve Yahudilik’te haram olmasının altında yatan nedenin bilinçaltında, domuzun tanrı katili olması yatar. Ayrıca ekonomik açıdan, domuzun küçükbaş hayvanlar gibi göç edememesi ve dönemin şartlarınca yaz aylarında etinin sıcağa dayanamayarak çabuk bozulması da nedenler arasındadır).
Tammuz, her yıl ilkbaharda Aşk ve Bereket Tanrıçası İnanna ile evlenir. Tammuz ve İnanna’nın birleşmeleriyle dünyaya bolluk, bereket ve yeşillik gelirdi, hayvanlar yavrulardı (günümüzdeki Nevruz, Hıdırellez ve Paskalya düşüncesi). Bu birleşme, insanlar tarafından şenliklerle ve ziyafetlerle kutlanırdı. Tammuz ve İnanna’nın birleşmesini temsilen, Sümer Kralı ve İnanna Tapınağının Baş Rahibesi, tıpkı tanrı-tanrıça çifti gibi kutsal birleşmeyi gerçekleştirirlerdi.
(İnanna)
İnanışa göre kutsal evlilik öncesinde Tanrıça İnanna yıkanır, annesi ile konuşarak ondan tavsiyeler alır, kapı arasından hediyelerin gelişini gözlerdi. Daha sonra gelin odası hazırlanır ve çeyizler ziyaretçilere gösterilir. Ancak tüm bu hazırlıklar tamamsa Tammuz’un içeri girmesine izin verilir. 6000 yıldır bu evlilik töreni, o bölgede, bölge çevresinde ve Anadolu’da bu şekilde devam etmektedir.
Kutsal Evlilik törenlerini anlatan metinlerde hep neşeli şeylerden söz edilir. İnanna genç ve güzel bir kızdır, Tammuz ise genç ve yakışıklı bir delikanlı. Evlilikten önce gençler gizlice bahçelerde buluşurlar (çünkü annelerinden korkmaktadırlar, bu gizliliği Tammuz’un kız kardeşi Tanrıça Gestinanna’nın arabuluculuğuyla sağlarlar), aşıklar sabahlara kadar gezip dans ederler. Bu hikaye şeklindeki şiirlerin terminolojisine bir yerde daha rastlanır: Tevrat’taki Süleyman’ın Şarkıları bölümünde. Kullanılan terminolojideki benzerlikler inanılmaz boyuttadır; Neşideler Neşidesinde resmen Tanrıça İnanna anlatılır. Sümerlilerin tapınaklarında Tanrı ve Tanrıçaların tahtadan yapılmış putları bulunurdu ve bunlar değerli taşlarla süslenirdi. İnanna’nın putunun aynısını, Hz. Süleyman’ın Neşidesinde görürüz (gözlerin yahut olması, gözlerin akikten süslerle dolu olması vs). Bu açıdan, kutsal bir kitapta bir putun övülüyor olması son derece ilginçtir.
Tammuz’un bitki ve ağaçla ilişkilendirilmesine ek olarak, hayvancılıkla uğraşan bölgelerde Çoban Tanrı ünvanı da verilmiştir. Bu çobanın hastalıkları iyileştirme ve öldükten sonra dirilme gibi özellikleri vardır. Tammuz’un ölümden dönerek bir anlamda dirilmesi 25 Aralık’a rastlar, tıpkı “iyi çoban” Hz. İsa gibi (Noel). Bugün Hıristiyanlık inanışında (hatta artık Müslüman bir ülke olan Türkiye’de de) Noel’de Noel ağacı süslenir. Süsler, her türden meyveyi ve bereketi simgeler, ağaç ise Tammuz’u. Çünkü o ağaç, Dilmun Ülkesindeki (yani cennetteki) ağaçtır ve güneşin zaferidir (tıpkı Tammuz’a sadece güneşin ulaşabilmesi gibi). Sol Invictus’un zaferi!
Bu ağacın çok kutsal olması, bu ağacın bir parçası olan dalın da erk’in simgesi olmasını doğurur. Bu nedenledir ki, Sümerden beri krallar, peygamberler vs. bu erkin simgesi olarak ağaç dallarından asa kullanmışlardır. Bunlardan en meşhuru şüphesiz Hz. Musa’nın asasıydı. Musa, asasını eline aldığında dal yeşillenirdi (çünkü Tammuz’un bereketi var).
Musa’dan söz etmişken, Musa’nın 10 Emir ile dağdan indiği sırada halkının altın bir buzağı heykeli yapıp tapmakta olmaları üzerine sinirlenip tabletleri parçalamasını hatırlayalım. Bu put, gökyüzündeki Boğa Burcunu simgeliyordu ve altından olmasının nedeni de burca yansıyan güneş ışığı gibi sarı olmasıydı. Musa’nın gerçekten kızdığı şuydu, artık boğa çağı bitmiş koç çağı başlamıştı ve insanlar yanlış puta tapıyorlardı.
Üç tek tanrılı dinin babası olarak kabul edilen Hz. İbrahim’in babası bir Sümer rahibidir. Sümerlilerde tapınaklar aynı zamanda bir çeşit observatuardı. Burada gökyüzü sürekli olarak izlenir, yıldızların konumuna göre Tanrılar ve Tanrıçalar yorumlanırdı. Gökyüzü biliminde Mısırlıların ve hatta Yunanlıların ileri olduğu sanılır. Ancak yazılı metinler incelendiğinde, Sümerlilere ait kayıtların yüzlerce hatta binlerce yıl önce yazıldığı anlaşılmaktadır. İbrahim de, bir Sümer kenti olan Ur şehrinde doğmuştur ve gökyüzüne dair bu bilgilerin hepsinden haberdardır. Ur kentini terk ettiğinde bir ağacın altında uyuyakalır, rüyasında bir meleğin gökyüzünden bir merdivenle indiğini görür. Bunun üzerine, uyanınca oraya bir kuyu açar. Yine karşımıza ağaç ve su kuyusu temalı bir görüntü çıkar. Aynı temalar, Hz. Süleyman’ın tapınağında da bol bol mevcuttur.
Tammuz’un bir çok yönü olması gibi, İnanna’nın da farklı yönleri vardı. İnanna, sabah yıldızı olarak Savaş Tanrıçası, akşam yıldızı olarak da Aşk Tanrıçası idi. Aşk Tanrıçası olmasının bir yönü de Kutsal Fahişe olmasıdır. Tevrat’ta ona “Ey Babil’in Kızı!” diye hitap edilmiştir. Sümer’de, Babil’de (ve hatta erken Anadolu dönemlerinde bile) her genç kız evlenmeden önce tapınağa gider ve orada bir kere olmak üzere yabancı bir erkekle para karşılığı beraber olurdu. Bu parayı tapınağa bağışladıktan sonra tapınaktan ayrılabilir ve artık evlenebilirdi. Bu tür bir cinsel birleşme son derece kutsal sayılırdı (tıpkı Tammuz-İnanna veya Kral-Baş Rahibe birleşmesinde olduğu gibi). Bunu yapmadan genç kız evlenemezdi. Asilzadeler bile kızlarını kendi elleriyle bu tapınaklara getirmişlerdir. Çirkin kızların kötü bir kaderi vardı, bazen kendileriyle beraber olacak bir erkek çıkması için yıllarca tapınaklarda beklerlerdi. Bunun dışında tapınak rahibeleri, bu kutsal fahişeliği sürekli olarak yaparlar ve tapınağa gelir sağlarlardı (ancak belirttiğim gibi, bu utanç verici bir iş değil son derece kutsal bir görevdi, onlara sokak fahişesi muamelesi yapılmazdı). Bu kadınların diğer kadınlardan ayrılması için, başlarının bir şalla örtülmesi zorunluydu. Bu baş örtme mevzusu, dindar kadın motifiyle her 3 tek tanrılı dine de geçmiştir. İnanna’nın kutsallık ve fahişelik gibi iki yüzünün olması (ki dönemim tüm tanrılarının farklı farklı yüzleri vardır; iyi-kötü, güzel-çirkin, müşfik-gaddar gibi) Hıristiyanlıkta da karşımıza çıkar. İsa’nın annesi Meryem kutsal, Magdalalı Meryem (Maria Magdalena) ise fahişedir, burada iki ayrı kadın olarak karşımıza çıkar. Ayrıca, İsa’nın annesi Meryem Lady Madonna’dır, “bizim hanımefendimiz”dir, tıpkı Babil’in Baştanrısı Marduk’un eşi Belti’nin ünvanının “bizim hanımefendimiz, bizim annemiz” olması gibi. Marduk ve Belti de bahar gelişinde kutsal evlenmeyle birleşirlerdi, bereketi getirirlerdi. Bu birleşmelerde Belti bakire kalırdı, tıpkı Meryem’in İsa’yı bakire olarak doğurması gibi.
Kutsal fahişeliğe Yahudiliğin ilk dönemlerinde rastlanır, ancak sonradan yasaklanmıştır.
3. AKADLARIN VE FENİKELİLERİN ETKİSİ
Sami Irktan olan Akadlar, M.Ö. 2500’te Sümer Uygarlığı ile tanışınca, medeniyetlerinin ve dinlerinin etkisi altına giriyorlar. Sümer Dinini kendi dinleriyle aynileştiriyorlar. Örneğin Tammuz, Bitki ve Ağaç Tanrısı ve Çoban Tanrı iken aynı zamanda Güneş Tanrısı da oluyor. Çünkü Sami ırk için güneş çok önemli ve en büyük tanrı. Tanrıça İnanna’yı da Venüs (Zühre) Yıldızıyla kişiselleştiriyorlar, çünkü İnanna, Ay Tanrısı Nanna’nın kızıydı.
Akad Kralı I. Sargon’un, imparatorluğunu batıya ve kuzeye doğru genişletmesiyle birlikte, Sümerin hem uygarlığı hem de dini yayılmaya başlıyor. Batıya ilerledikçe önce Akdeniz’de Fenikelileri, Lübnan ve Palestine (Filistin) topraklarını etkilemeye başlar. Buradaki semitik toplumlarda İnanna’nın adı artık Ishtar(İştar)’dır, Fenikeliler ise İnanna’ya Astarte derler.
(Ishtar) (Astarte)
Fenike’de Astarte, Adonis’e aşıktır. Adonis, tıpkı Tammuz gibi hem bitki hem de güneş tanrısıdır, yılın belirli zamanlarında ölür ve ölümü yine bir domuz yüzünden olur. Yani Tammuz, artık burada Adonis olmuştur.
(Adonis'in domuz tarafından öldürülüşü)
Fenikelilerin denizci bir millet olmaları nedeniyle, doğunun mitolojisi, dinleri, tanrı ve tanrıçaları batıya doğru yola çıkar ve öncelikle Yunan ve Roma topraklarını etkiler. Batı, yine Doğu’dan etkilenir ve kökü Sümerlilere dayanan bu dini kendi motifleriyle işler. Mesela Astarte olan İnanna, artık Antik Yunan’da Aprodithe(Afrodit) olmuştur.
(Afrodit)
Keza Zeus, Ninurta’nın Yunanistan’daki biçimi olmuştur. Ninurta’nın simgesi ceylandı, M.Ö. 2500’te göğe çıkarak Orion yıldızı ile simgelendi, yağmur ve fırtına tanrısıydı. Antik Yunan’da güneş tanrısı Helios (İlyas), yağmur ve güneşin bir araya gelmesini simgeler ve bahar gelir (Hıdırellez, Hızır ve İlyas’ın bir araya gelmesi).
Adonis ve Astarte’nin hikayesi, Anadolu’da kendisini Attis ve Kibele olarak göstermiştir. Attis de tıpkı Tammuz ve Adonis gibi, bir ağacın altında bir domuz tarafından öldürülmüştür.
(Attis ve Ağaç) (Kibele)
4. YAKINDOĞU’DA TAMMUZ VE İNANNA ETKİLERİ
Yakındoğu’da da Tammuz ve İnanna farklı versiyonlarıyla her devirde karşımıza çıkar. Ürdün civarında M.Ö. 400 – M.S. 106 yıllarında kurulmuş olan Nebatiler’in, İran, Babil ve Roma etkileri taşıyan karışık bir din anlayışı vardı. Burada Bitki, Asma ve Şarap Tanrısı Dusares’i görüyoruz (Yunanistan’daki Dionysos). Dusares’in karşısında ise Tanrıça Al-Lat vardır ki Kuran’da kabedeki putlardan biri olarak adı geçer. Al-Lat, Tanrıça İnanna’nın, Ishtar’ın, Ester’in ve Astarte’nin bir versiyonudur ve diğer adı Kaab’tır (Kabe adının kökeni). Al-Lat’ın simgesi siyah taştır (Kabe’deki Hacer-ül Esvet, Müslümanlar hala bu taşı öperler) ve Al-Lat’a inananlar da bu siyah taşa tapınırlardı.
(Dusares) (Al-Lat)
Sabianlar (Sabilier), Harran tarafında yerleşmişlerdi ve Ay Tanrısına taparlardı. Burada hasat zamanında buğdayın toplanması ve öğütülmesi zamanında Sabiiler ağlarlardı, çünkü Tanrı Davuz(ismden emin değilim) tıpkı Tammuz gibi ölürdü. Sabiiler için buğday ve ekmek çok kutsaldı. Çünkü bunlar Davuz’un etiydi, tıpkı İsa’nın eti olması gibi (ve Dionysos’un kanının şarap olması gibi). Bu nedenledir ki, bugün Anadolu’da hala ekmek yere düştüğü zaman öpülür ve başa konur, ekmek ve buğday kırıntısına basmanın büyük günah olduğuna inanılır ve ekmek bıçakla kesilmez. Çünkü buğday, bu bölgenin ana besiniydi, insanlar bunu yiyerek hayatta kalırlardı ve buğdayın içindeki besleyici enerji onlar için çok kutsaldı.
5. BABİL, MARDUK, ENUMA ELİŞ (YARADILIŞ DESTANI) VE TEK TANRIYA GEÇİŞ
Marduk, tıpkı Tammuz gibi başlangıçta bitki, ağaç ve tarım tanrısı iken, Semitik ırkın etkisiyle güneşle de özdeşleştirilmeye başlanmıştır. Marduk, Babil kentinin tanrısıydı, kentin güçlenmesiyle bu tanrı da güçlendi. Çünkü o dönemde hangi kent diğerlerinden daha güçlüyse o kentin kralı baş kral, o kentin tanrısı da baş tanrı oluyordu. Marduk, M.Ö. 20 yy.da Kral Hammurabi tarafından baş tanrı ilan edilmiş, M.Ö. 16 yy.da Kral Buhtunnasr tarafından Tek Tanrı ilan edilmiştir (bu açıdan Marduk tarihteki ilk tek tanrıdır, M.Ö. 12 yy.daki Mısırlı tek tanrı Aton ve Musa’nın tek tanrısı Yehova/Yahve/Elohim’den çok daha önce). Ancak Kral Buhtunnasr, bu tek tanrı kabulünü kendiyle sınırlı tutmuş, ulusuna yayma gücünü gösterememiştir.
(Marduk)
Enuma Eliş (“gökyüzünde” anlamına gelen Sümerce kelime… Destanın anlatan şiirin ilk sözüdür ve destan bu nedenle bu isimle adlandırılır) Yaratılış Destanı’na göre Tanrı Marduk, ilk kaosun canavarı Tiamat’ı (tuzlu suların da kişiselleştirilmesidir, Marduk tatlı ve tuzlu suyu birbirinden ayırmıştır, tatlı-tuzlu suyun birbirine karışmadığı Kuran’da da geçer ve Müslümanlarca “o dönem bilinemeyecek şeyler Kuran’da yazıyor” diye yorumlanır; oysa Enuma Eliş destanı, Kurandan binlerce yıl öncedir) öldürür ve böylece “yeryüzünün ve gökyüzünün efendisi” olur. Tiamat’ın yarısından gökyüzünü, diğer yarısından yeryüzünü yaratır; Taimat’ın damarlarından nehirleri, kemiklerinden dağları yaratır. Böylece dünya daha önce soyutken, somut bir hale bürünür. Marduk, tanrıların tanrısı konumuna gelir, tanrılara hizmet için insanlar yaratılır. Diğer tanrılar kendi güçlerini ve isimlerini Marduk’a verirler, böylece Marduk’un 50 kadar ismi olur (Allah’ın 99 ismi gibi). Marduk ve eşi Belti, Tammuz ve İnanna’nın Babil versiyonudur, kutsal evlilik ve birçok konu benzerlik gösterir.
Asurluların bölgede güçlenmesi ile kendi tanrıları olan Tanrı Asur güçlenmiş ve Marduk önemini kaybetmiştir. Asur, Marduk’un tüm tek tanrılık özelliklerini almıştır. Asur’da da ağaç motifi karşımıza çıkar çünkü Tanrı Asur bir ağaç şeklinde tecelli ederek dünyayı yaratmıştır. Yahudilerin ataları, Tanrı Asur ile tek tanrıyla tanışırlar ve Kabala inancı başlar (Vikipedi’den Kabala için bilgi: Kabbala alimleri fikirlerini Zohar'da kaydetmişlerdir. Tanrı birdir. Bütün varlıklar ondan doğmuştur. Onun varlığında anlayış, hikmet meydana gelmiştir. Hikmet baba, anlayış ise anadır. Bunlardan oğul olarak ilim doğmuştur. Akıldan Azamet ile Kudret meydana gelmiştir. Bunlar Tanrı'nın iki kolu mesabesindedir. Tanrı bunların birincisiyle hayatı doğurur: İkincisiyle onu yok eder. Kabbala tefekkürüne göre Tanrı hiçbir çıkar düşünmeden sevmek (aşk) ve kalp nuru aracılığıyla, ruh kendi benliğinden tecerrüt eder, aslına kavuşur. O zaman Tanrı'nın irade ve tefekküründen başka kendisinin irade ve düşüncesi kalmaz. İnsan için böyle bir İlahi Aşka malik olmak büyük nimettir).
Böylece zamanla Yahudilik İnancı gelişir, Sümer’in eski tanrıları meleklere, peygamberlere ve şeytanlara dönüşür (Tek Tanrı gene yalnız kalmaz).
Muhammed’in amcası tüccardı ve kervanlarla büyük bir bölgede gezinirken yeğenini de beraberinde götürürdü. Muhammed delikanlılık çağında, kendisinden yaşça çok büyük olan Hatice ile evlenerek, onun sahip olduğu kervan sayesinde ticarete ve seyahatlere devam etmiştir. Bu ticaretlerde ve seyahatlerde geçmiş efsaneler ve Yahudi dini hakkında birçok bilgi edinmiş ve bunlarla İslam dinini kurgulamıştır.
6. SÜMERLİLER’DEN BAZI SAYILAR
Sümerliler, gökteki 12 burcu ilk kez keşfeden uygarlıktır. Bir gün 12 saatten oluşuyordu ama 1 saatleri bizim 2 saatimize eşitti, yani toplamda yine 24 saat. İsa’nın 12 havarisi bu burçları temsil eder. Çünkü Sümer inancına göre burçlarda birer tanrı otururdu ve güneş tanrısı bu burçlerı ziyaret ederdi (her 2150 yılda bir güneş başka bir burca denk gelirdi ve Sümerliler bunu hesaplamışlardır).
Bugün Yahudilikteki ve Hıristiyanlıktaki 7 kollu şamdan, Sümer’in meşhur ağacını ve yedi seyyareyi temsil eder. Tek tanrılı dinlerdeki cehennemin 7 kapısı, Sümer’in yer altı dünyasının 7 kapısı olmasından gelir.
Sümer’de sayı sistemi onluk değil altmışlıktı. En büyük tanrı Enlil’in sayısı 60’tı. Ay tanrısı Nanna’nın sayısı 30’du (ayın 30 gün çekmesi).
Sümerliler, gökyüzünü 3’e ayırmışlardı; Kuzey Gökyüzü, Orta Gökyüzü ve Güney Gökyüzü. Bunlardan biri görünürken diğeri ufukta belirir ve bir diğeri batardı.
“İlah” kelimesi Ebced Hesabına vurulursa, karşılığı 36 çıkar. Çünkü güneş ve ay kendi yörüngelerini izlerken, her ikisinin menzilleri, bu 12 burca çok yakın olur. Bu burçlar 36 ana yıldızdan oluşur. Çünkü 3 gökyüzü ve 12 burç 3x12=36. İlmukah, yani İlah, İslamiyet’e Ay Tanrısı olarak geçmiştir (Kabedeki Ay Tanrısı Al-İlah, Allah olarak değişmiş ve Muhammed tarafından tek tanrı ilan edilmiştir).
Tanrılar Panteonunda Kim Kimdir, Nedir?
Anu (An): Sümer, Akkad ve Babil mitolojisinde göklerin tanrısı ve tanrıların kralı. Babilliler onu rüzgar tanrısı Enlil ve toprak tanrısı Enki'den (Ea) oluşan bir tanrılar üçlüsüyle ilişkilendirirler çoğunlukla. Babil kralının yeryüzündeki temsilcisi olduğu düşünülür.
İştar: Mezopotamya mitolojisinde, Babil ve Asurluların baş tanrıçası. Sümerler ona İanna ve Fenikeliler Astarte adıyla tapındılar. İştar, tüm yaşamın anasıydı. Bereketi getirir ve insanları hastalıklardan korurdu. Cinsel şehveti, sevgiyi temsil ederken aynı zamanda bir savaş tanrıçasıydı da. Her iki zıt kutbu bir arada bulunduran karakteri Gılgamış Destanı'nda çok iyi yansıtılır. Onunla ilgili en iyi bilinen efsane bitkilerin tanrısı Tammuz'u (Dumuzi) görmek üzere yaptığı ziyarette, yeraltı kraliçesi Ereşkigal tarafından tutsak düşürülmesidir. İştar ve Tammuz'un birlikteliği yaşamın baharda yeniden canlanışını sembolize eder.
Enlil: Sümer ülkesinde, krallık veren Nippur tanrısı. Rüzgarın efendisidir. Sıralamada giderek gölgede bıraktığı An'ın ardından ikinci yeri alırdı.
Enki: Sümer toprak tanrısıdır; Eridu kökenlidir. Toprağın içinde tatlı sular ülkesinde yaşar. Enki cin kovan (bu işlem arındırıcı suyla yapılırdır), teknikleri icat eden ve bilgeliği kişileştiren tanrıdır.
Marduk: Babilin baş tanrısı. Marduk kültü Hammurabi (MÖ 18. yüzyıl) hükümdarlığı döneminde önemli bir yere sahipti. Enuma Eliş'te Marduk'un, Babil panteonun en üst makamına kadar yükselişi anlatılır. Ea ve Damkina'nın oğludur. Devasa endamı, iki kafası ve alevler saçan nefesiyle bir ejderha biçimi alarak, diğer tanrılar tarafından Tiamat'ı öldürmek üzere gönderilmiştir. Tiamat'ı öldürdükten sonra onun bedeninden toprağı, suyu ve gökleri yaratır.
Enuma Eliş: Babil yaratılış mitosu. Hikayeyi oluşturan motiflerin büyük çoğunluğu Baal'ı anlatan erken Ugarit mitlerinden ödünç alınmıştır. Metin yedi tabletten oluşur.
Gılgamış: Ölümsüzlüğü arayan insanoğlunun öyküsünün anlatıldığı uzun bir Akkad şiirinde adı geçen kahraman. MÖ 3. bin yılın ilk yarısında Güney Mezopotamya'daki Uruk'ta hüküm sürmüştür. Destana Gılgamış'ı anlatan erken Sümer hikayeleri kaynaklık etmiş olmalıdır. Gılgamış'la ilgili ilk opera Nevit Kodallı tarafından bestelenmiş ve 1965'te Ankara'da sahnelenmiştir.
Öncelikle Gönül Hoca’dan biraz bahsetmek gerekir. Kendisi, Harvard Üniversitesi’nde Edebiyat Profesörü’dür. Yazdıklarıyla tüm dünyada Türkoloji alanında otorite kabul edilen ve vefatından önce yine Harvard Üniversitesi’nde kürsüsü bulunan Prof. Dr. Şinasi Tekin’in eşidir. Bu çiftin çabasıyla, Cunda Adasında Harvard Üniversitesi’ne bağlı olan bir Osmanlıca Dil Okulu bile açılır. Parçalanmasıyla yirmiden fazla modern devlet çıkaran Osmanlı İmparatorluğu’nun devasa arşivini inceleyecek ve bu kaynaklardan bugün nasıl yararlanabiliriz konusunu araştıracak fazlaca insan yok Türkiye’de. Bugün bu kaynakları inceleyenler, şahit olduğunuz gibi Ortadoğu politikasını belirliyorlar.
Türkiye’de çağdaş ve bilimsel olmayan üniversite mantığı, son derece gülünç ve utanç verici bir şekilde bu ve bu gibi isimleri Türkiye’den koparmıştır(konumuz olmadığı için ayrıntısını vermiyorum). Belki de iyi oldu diye teselli arıyorum, çünkü aksi takdirde Gönül Hoca, Harvard gibi bir üniversiteye gidemeyecek, çalışmalarını bu denli kapsamlı ve özgürce yapamayacaktı.
Gönül Tekin bir edebiyat profesörüdür ve çalışmalarının önemli bir kısmını Osmanlı dönemi edebiyatı oluşturur. Kimi zaman incelediği eserlerde, ne olduğu kolaylıkla anlaşılamayacak satırlar, mısralar, dizeler görür. Bunlardan biri de, Ahmed-i Dâ’i tarafından 1405-1406’da yazılan, Yıldırım Bayezid’in şehzadelerinden Emir Süleyman’a sunulan Çengname isimli eserde gördükleridir. Bu eserde bir ağaçtan bahsedilir. Bu ağaçta tüm meyveler yetişmektedir, insanlar bu meyvelerden yemektedirler; ağacın eteğinden ve kökünden sular akmaktadır, haşmetli bir gölgesi ve tacı vardır ve anlatımı sanki bir cennet ağacının tasvirine benzer. Gönül Tekin, bu ağaca çok benzer bir ağacın Tevrat’ta anlatıldığını anımsaması üzerine konuyu derinlemesine araştırmaya karar verir ve bu konudaki çalışmaları yıllarca sürer. Sonuçta Edebiyat profesörü olmasına rağmen, yıllarca süren bu araştırmaları kendisine, çoğu tarihçiyi ve arkeologu kıskandıracak bilgi sağlar.
İşte, aşağıda anlatılan konuların büyük kısmı, kendisinden dinleme şansına sahip olduğum ve bu çerçevede elimden geldiğince araştırmaya çalıştığım şeylerdir.
1. SÜMER DİNİ
Sümerliler, M.Ö. 4000 - M.Ö. 2000 yılları arasında, Basra Körfezi’nde nehirlerin denize döküldüğü bölgede Eridu, Uruk, Lagaş, Nippur, Sippar, Larsa, Umma, Şuruppak gibi temel ve daha bir çok ufak şehirlerle çevrili bölgede yaşadılar. Sümerlilerin bizim için önemi şudur; tarihte elimize ulaşan ilk yazılı metinler, bu uygarlığa aittir.
Tarihi bilgiler, Sümerlilerin Orta Asya’dan bu bölgeye göç ettiklerini gösteriyor. Yani Sümerliler, bugün bölgede yaşayan Semitik ırktan değildi fakat yıkılışından sonra Semiktik ırklar arasında eriyerek yok oldu.
Sümerlilerin Orta Asya’dan göç etmesi, Atatürk’ün bile ilgisini çekmiştir, Sümerlilerin Türk olup olmadıkları, Türkçe konuşup konuşmadıkları araştırılmıştır (Güneş Dil Teorisi mevzuu. Sonradan asılsız çıkmıştır). Eldeki veriler ancak, Orta Asya’da çok eski dönemde Sümerliler ile Türklerin komşu olabilecekleri ve birbirlerini etkilemiş olabilecekleri tahminlerini yaptırıyor. Her iki dilde de ortak bazı kelimelerin ve deyişlerin olduğu biliniyor. Soğan, sarımsak gibi birçok kelime her iki dilde de aynı (Tanrı eski Türkçede Tengri, Sümercede ise Tengir’dir). Sümer atasözü olan “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” sözünü bizler hala kullanıyoruz. Tembeller için bugün söylediğimiz “Malak gibi yatıyor” sözünün aslı “Balak gibi yatıyor”dur. Balak, Sümer tapınaklarındaki törenlerde kullanılan, yerinden kıpırdatılması çok zor olan ve devasa büyüklükte bir davuldu. Du-balak kelimesi, bugün dilimizde “dümbelek” olarak yaşamaktadır.
Bugün dünyadaki tek tanrılı dinlerin ilham vericisi olan Sümer Dini, önceleri tanrısız bir dindi. İnsanlar öncelikle büyük tabiat güçlerine taparlardı. Büyük tabiat güçleri pasifti, yaratıcı güçten yoksundu. Bu tabiat güçlerine sonradan Tanrısallık biçilmiştir. İnsan aklı somuttan soyuta doğru gelişmiştir ve soyut şeyleri Antik Çağların insanları somutlaştırmak istemiştir (dinler de bu ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır). Örneğin Ninurta, önceleri rüzgarın içindeki enerjiydi, sonraları Rüzgar Tanrısı oldu. (Ninurta ismi, fonetik değişimlerle önce Nimurt ve sonra da Nemrut olmuştur, Bitlis’teki Nemrut Dağı)
(Ninurta) (Nemrut)
Tanrı Tammuz (Dumuzi) ise ilk etapta (Tammuz çok çok önemli bir tanrıdır, bölgeden bölgeye çeşitli şekilleri, görünümleri ve versiyonları vardır) ağacın ve bitkilerin içindeki enerjiydi, sonraları çeşitli tanrılara döndü (ayrıntılar birazdan). Tammuz’un bu haliyle simgesi hem bir hurma ağacı hem de Ama’ Usum Galana denilen yılandır (bu şekilde tasvir edildiği bölgede Tammuz adı, “oğul, çocuk” anlamına gelen Damu olur). Benzer şekilde Tanrı Ningiszhida, toprağın altına inen gücü simgeleyen dallar ve yılan olarak simgelenmiştir ve bugün tıbbın sembolü olan dala sarılı iki yılanın ana kaynağıdır.
(Ningiszhida)
2. TANRI TAMMUZ, TANRIÇA İNANNA VE KUTSAL EVLİLİK VE KUTSAL AĞAÇ
Bütün tanrı ve tanrıçalar içinde Tammuz (Dumuzi) ve İnanna, bizim açımızdan çok önemlidir. Bu tanrı-tanrıça çiftinin değişik versiyonları ve değişik adları kafa karıştırıcı gibi görünecektir, ancak bugün birçok şeyin özünde bu ikisi yatar. Örneğin Tanrı Tammuz, Sümer ülkesinde bile küçükbaş hayvancılığın yapıldığı şehirlerde, büyükbaş hayvancılığın yapıldığı şehirlerde ve tarımla geçinen şehirlerde farklı anlaşılmış farklı anlatılmıştır.
(Tammuz)
Tarımla geçinen toplumlarda bitkinin ve ağacın içindeki enerji olarak Damu görüntüsüyle karşımıza çıkan Tammuz, küçükbaş hayvancılıkla geçinen bölgelerde karşımıza koyunun, keçinin vs. içindeki yaratıcı güç olarak karşımıza çıkar. Bu bölgelerde ayrıca Tammuz’un ölümüne dair metinlere ve rölyeflere rastlanır. Hayvanlar yavruladıktan ve sütten kesildikten sonra, yani içlerindeki yaratma güçleri sona erdiği mevsimde Tanrı Tammuz ölmüş olur. Bu, bizim bildiğimiz manada bir ölüm değildir; bazı metinlere göre Tammuz derin bir uykuya yatmıştır veya Yer Altı Dünyası’na inmiştir veya bir mağaraya saklamıştır. Fakat Tammuz geri gelecektir, hayvanlar tekrar yavrulayacak ve süt vereceklerdir.
Büyükbaş hayvancılıkla geçinen bölgelerde ise Tammuz, göğe çıkmış vahşi bir boğadır (Bu dönem, artık yaratıcı tabiat güçlerinin Tanrısallaştığı ve göğe çıkarıldığı M.Ö. 2500’lere rastlar). Bu dönemde Tammuz, Boğa burcunu simgeler. Güneşin ilkbaharda Boğa burcuna girmesi, Vahşi Boğa’nın güneş olarak 12 burcu geçerek sürmesi ve bir yılı meydana getirmesi demekti. Gök gürültüsü bu boğanın kükremesi, şimşek ise bu boğanın tanrısal hiddetidir.
M.Ö. 2500ler önemlidir, çünkü Sami ırktan Araplar, Sümer bölgesine yerleşmeye başlar. Akad Kralı I. Sargon bölgeyi işgal eder ve Akad Krallığı’nı kurar. Akadlar bölgeyi işgal ettiklerinde muazzam bir medeniyetle karşılaştılar. Bu döneme kadar Sümerliler, gökbiliminde hayli ilerlemişlerdi. Akadların da etkisiyle bu gökbilimi ilerledi ve Tanrılar gökte konumlandırıldı. Hatta yeryüzünde, Eridu kentinde olduğuna inanılan cennet (yani Dilmun Ülkesi) bile gökyüzüne taşınmıştır. Cennetin Kralı Tanrı Enki’dir.
(Enki)
Tanrı Enki, Tammuz’un babasıdır, yer altı sularının ve kaynakların tanrısıdır. Zaten Tammuz ilk olarak bu Dilmun ülkesindeki haliyle tasvir edilmiştir, Tammuz için metinlerde şöyle denir: “Bir yığın Haşur Ormanlarının arasında sen pırıl pırıl parlayan bir selvi ağacıydın ve senin bulunduğun yere sadece güneş gelebilirdi”. Bu nedenledir ki, Sümer tapınaklarında bunun sembolü olarak selvi ağacı dikilirdi. Tammuz, Sular Tanrısı Enki’nin oğlu olduğu için, tapınaklarda aynı zamanda havuz, su kuyusu veya çeşme de olurdu. Bugün mezarlıklarda selvi ağaçlarının olmasının nedeni, selvi ağacının “ebedi hayat”ı simgelemesidir, çünkü Tammuz gerçek anlamda hiçbir zaman ölmez (Temmuz ayı Tammuz’dan gelir, Domuz kelimesinin de Tammuz’un diğer adı olan Dumuzi’den geldiği düşünülüyor. Çünkü Tammuz’u ve daha sonraları dönüştüğü tanrı olan Adonis’i de öldüren domuzdur. Domuzun İslamiyet’te ve Yahudilik’te haram olmasının altında yatan nedenin bilinçaltında, domuzun tanrı katili olması yatar. Ayrıca ekonomik açıdan, domuzun küçükbaş hayvanlar gibi göç edememesi ve dönemin şartlarınca yaz aylarında etinin sıcağa dayanamayarak çabuk bozulması da nedenler arasındadır).
Tammuz, her yıl ilkbaharda Aşk ve Bereket Tanrıçası İnanna ile evlenir. Tammuz ve İnanna’nın birleşmeleriyle dünyaya bolluk, bereket ve yeşillik gelirdi, hayvanlar yavrulardı (günümüzdeki Nevruz, Hıdırellez ve Paskalya düşüncesi). Bu birleşme, insanlar tarafından şenliklerle ve ziyafetlerle kutlanırdı. Tammuz ve İnanna’nın birleşmesini temsilen, Sümer Kralı ve İnanna Tapınağının Baş Rahibesi, tıpkı tanrı-tanrıça çifti gibi kutsal birleşmeyi gerçekleştirirlerdi.
(İnanna)
İnanışa göre kutsal evlilik öncesinde Tanrıça İnanna yıkanır, annesi ile konuşarak ondan tavsiyeler alır, kapı arasından hediyelerin gelişini gözlerdi. Daha sonra gelin odası hazırlanır ve çeyizler ziyaretçilere gösterilir. Ancak tüm bu hazırlıklar tamamsa Tammuz’un içeri girmesine izin verilir. 6000 yıldır bu evlilik töreni, o bölgede, bölge çevresinde ve Anadolu’da bu şekilde devam etmektedir.
Kutsal Evlilik törenlerini anlatan metinlerde hep neşeli şeylerden söz edilir. İnanna genç ve güzel bir kızdır, Tammuz ise genç ve yakışıklı bir delikanlı. Evlilikten önce gençler gizlice bahçelerde buluşurlar (çünkü annelerinden korkmaktadırlar, bu gizliliği Tammuz’un kız kardeşi Tanrıça Gestinanna’nın arabuluculuğuyla sağlarlar), aşıklar sabahlara kadar gezip dans ederler. Bu hikaye şeklindeki şiirlerin terminolojisine bir yerde daha rastlanır: Tevrat’taki Süleyman’ın Şarkıları bölümünde. Kullanılan terminolojideki benzerlikler inanılmaz boyuttadır; Neşideler Neşidesinde resmen Tanrıça İnanna anlatılır. Sümerlilerin tapınaklarında Tanrı ve Tanrıçaların tahtadan yapılmış putları bulunurdu ve bunlar değerli taşlarla süslenirdi. İnanna’nın putunun aynısını, Hz. Süleyman’ın Neşidesinde görürüz (gözlerin yahut olması, gözlerin akikten süslerle dolu olması vs). Bu açıdan, kutsal bir kitapta bir putun övülüyor olması son derece ilginçtir.
Tammuz’un bitki ve ağaçla ilişkilendirilmesine ek olarak, hayvancılıkla uğraşan bölgelerde Çoban Tanrı ünvanı da verilmiştir. Bu çobanın hastalıkları iyileştirme ve öldükten sonra dirilme gibi özellikleri vardır. Tammuz’un ölümden dönerek bir anlamda dirilmesi 25 Aralık’a rastlar, tıpkı “iyi çoban” Hz. İsa gibi (Noel). Bugün Hıristiyanlık inanışında (hatta artık Müslüman bir ülke olan Türkiye’de de) Noel’de Noel ağacı süslenir. Süsler, her türden meyveyi ve bereketi simgeler, ağaç ise Tammuz’u. Çünkü o ağaç, Dilmun Ülkesindeki (yani cennetteki) ağaçtır ve güneşin zaferidir (tıpkı Tammuz’a sadece güneşin ulaşabilmesi gibi). Sol Invictus’un zaferi!
Bu ağacın çok kutsal olması, bu ağacın bir parçası olan dalın da erk’in simgesi olmasını doğurur. Bu nedenledir ki, Sümerden beri krallar, peygamberler vs. bu erkin simgesi olarak ağaç dallarından asa kullanmışlardır. Bunlardan en meşhuru şüphesiz Hz. Musa’nın asasıydı. Musa, asasını eline aldığında dal yeşillenirdi (çünkü Tammuz’un bereketi var).
Musa’dan söz etmişken, Musa’nın 10 Emir ile dağdan indiği sırada halkının altın bir buzağı heykeli yapıp tapmakta olmaları üzerine sinirlenip tabletleri parçalamasını hatırlayalım. Bu put, gökyüzündeki Boğa Burcunu simgeliyordu ve altından olmasının nedeni de burca yansıyan güneş ışığı gibi sarı olmasıydı. Musa’nın gerçekten kızdığı şuydu, artık boğa çağı bitmiş koç çağı başlamıştı ve insanlar yanlış puta tapıyorlardı.
Üç tek tanrılı dinin babası olarak kabul edilen Hz. İbrahim’in babası bir Sümer rahibidir. Sümerlilerde tapınaklar aynı zamanda bir çeşit observatuardı. Burada gökyüzü sürekli olarak izlenir, yıldızların konumuna göre Tanrılar ve Tanrıçalar yorumlanırdı. Gökyüzü biliminde Mısırlıların ve hatta Yunanlıların ileri olduğu sanılır. Ancak yazılı metinler incelendiğinde, Sümerlilere ait kayıtların yüzlerce hatta binlerce yıl önce yazıldığı anlaşılmaktadır. İbrahim de, bir Sümer kenti olan Ur şehrinde doğmuştur ve gökyüzüne dair bu bilgilerin hepsinden haberdardır. Ur kentini terk ettiğinde bir ağacın altında uyuyakalır, rüyasında bir meleğin gökyüzünden bir merdivenle indiğini görür. Bunun üzerine, uyanınca oraya bir kuyu açar. Yine karşımıza ağaç ve su kuyusu temalı bir görüntü çıkar. Aynı temalar, Hz. Süleyman’ın tapınağında da bol bol mevcuttur.
Tammuz’un bir çok yönü olması gibi, İnanna’nın da farklı yönleri vardı. İnanna, sabah yıldızı olarak Savaş Tanrıçası, akşam yıldızı olarak da Aşk Tanrıçası idi. Aşk Tanrıçası olmasının bir yönü de Kutsal Fahişe olmasıdır. Tevrat’ta ona “Ey Babil’in Kızı!” diye hitap edilmiştir. Sümer’de, Babil’de (ve hatta erken Anadolu dönemlerinde bile) her genç kız evlenmeden önce tapınağa gider ve orada bir kere olmak üzere yabancı bir erkekle para karşılığı beraber olurdu. Bu parayı tapınağa bağışladıktan sonra tapınaktan ayrılabilir ve artık evlenebilirdi. Bu tür bir cinsel birleşme son derece kutsal sayılırdı (tıpkı Tammuz-İnanna veya Kral-Baş Rahibe birleşmesinde olduğu gibi). Bunu yapmadan genç kız evlenemezdi. Asilzadeler bile kızlarını kendi elleriyle bu tapınaklara getirmişlerdir. Çirkin kızların kötü bir kaderi vardı, bazen kendileriyle beraber olacak bir erkek çıkması için yıllarca tapınaklarda beklerlerdi. Bunun dışında tapınak rahibeleri, bu kutsal fahişeliği sürekli olarak yaparlar ve tapınağa gelir sağlarlardı (ancak belirttiğim gibi, bu utanç verici bir iş değil son derece kutsal bir görevdi, onlara sokak fahişesi muamelesi yapılmazdı). Bu kadınların diğer kadınlardan ayrılması için, başlarının bir şalla örtülmesi zorunluydu. Bu baş örtme mevzusu, dindar kadın motifiyle her 3 tek tanrılı dine de geçmiştir. İnanna’nın kutsallık ve fahişelik gibi iki yüzünün olması (ki dönemim tüm tanrılarının farklı farklı yüzleri vardır; iyi-kötü, güzel-çirkin, müşfik-gaddar gibi) Hıristiyanlıkta da karşımıza çıkar. İsa’nın annesi Meryem kutsal, Magdalalı Meryem (Maria Magdalena) ise fahişedir, burada iki ayrı kadın olarak karşımıza çıkar. Ayrıca, İsa’nın annesi Meryem Lady Madonna’dır, “bizim hanımefendimiz”dir, tıpkı Babil’in Baştanrısı Marduk’un eşi Belti’nin ünvanının “bizim hanımefendimiz, bizim annemiz” olması gibi. Marduk ve Belti de bahar gelişinde kutsal evlenmeyle birleşirlerdi, bereketi getirirlerdi. Bu birleşmelerde Belti bakire kalırdı, tıpkı Meryem’in İsa’yı bakire olarak doğurması gibi.
Kutsal fahişeliğe Yahudiliğin ilk dönemlerinde rastlanır, ancak sonradan yasaklanmıştır.
3. AKADLARIN VE FENİKELİLERİN ETKİSİ
Sami Irktan olan Akadlar, M.Ö. 2500’te Sümer Uygarlığı ile tanışınca, medeniyetlerinin ve dinlerinin etkisi altına giriyorlar. Sümer Dinini kendi dinleriyle aynileştiriyorlar. Örneğin Tammuz, Bitki ve Ağaç Tanrısı ve Çoban Tanrı iken aynı zamanda Güneş Tanrısı da oluyor. Çünkü Sami ırk için güneş çok önemli ve en büyük tanrı. Tanrıça İnanna’yı da Venüs (Zühre) Yıldızıyla kişiselleştiriyorlar, çünkü İnanna, Ay Tanrısı Nanna’nın kızıydı.
Akad Kralı I. Sargon’un, imparatorluğunu batıya ve kuzeye doğru genişletmesiyle birlikte, Sümerin hem uygarlığı hem de dini yayılmaya başlıyor. Batıya ilerledikçe önce Akdeniz’de Fenikelileri, Lübnan ve Palestine (Filistin) topraklarını etkilemeye başlar. Buradaki semitik toplumlarda İnanna’nın adı artık Ishtar(İştar)’dır, Fenikeliler ise İnanna’ya Astarte derler.
(Ishtar) (Astarte)
Fenike’de Astarte, Adonis’e aşıktır. Adonis, tıpkı Tammuz gibi hem bitki hem de güneş tanrısıdır, yılın belirli zamanlarında ölür ve ölümü yine bir domuz yüzünden olur. Yani Tammuz, artık burada Adonis olmuştur.
(Adonis'in domuz tarafından öldürülüşü)
Fenikelilerin denizci bir millet olmaları nedeniyle, doğunun mitolojisi, dinleri, tanrı ve tanrıçaları batıya doğru yola çıkar ve öncelikle Yunan ve Roma topraklarını etkiler. Batı, yine Doğu’dan etkilenir ve kökü Sümerlilere dayanan bu dini kendi motifleriyle işler. Mesela Astarte olan İnanna, artık Antik Yunan’da Aprodithe(Afrodit) olmuştur.
(Afrodit)
Keza Zeus, Ninurta’nın Yunanistan’daki biçimi olmuştur. Ninurta’nın simgesi ceylandı, M.Ö. 2500’te göğe çıkarak Orion yıldızı ile simgelendi, yağmur ve fırtına tanrısıydı. Antik Yunan’da güneş tanrısı Helios (İlyas), yağmur ve güneşin bir araya gelmesini simgeler ve bahar gelir (Hıdırellez, Hızır ve İlyas’ın bir araya gelmesi).
Adonis ve Astarte’nin hikayesi, Anadolu’da kendisini Attis ve Kibele olarak göstermiştir. Attis de tıpkı Tammuz ve Adonis gibi, bir ağacın altında bir domuz tarafından öldürülmüştür.
(Attis ve Ağaç) (Kibele)
4. YAKINDOĞU’DA TAMMUZ VE İNANNA ETKİLERİ
Yakındoğu’da da Tammuz ve İnanna farklı versiyonlarıyla her devirde karşımıza çıkar. Ürdün civarında M.Ö. 400 – M.S. 106 yıllarında kurulmuş olan Nebatiler’in, İran, Babil ve Roma etkileri taşıyan karışık bir din anlayışı vardı. Burada Bitki, Asma ve Şarap Tanrısı Dusares’i görüyoruz (Yunanistan’daki Dionysos). Dusares’in karşısında ise Tanrıça Al-Lat vardır ki Kuran’da kabedeki putlardan biri olarak adı geçer. Al-Lat, Tanrıça İnanna’nın, Ishtar’ın, Ester’in ve Astarte’nin bir versiyonudur ve diğer adı Kaab’tır (Kabe adının kökeni). Al-Lat’ın simgesi siyah taştır (Kabe’deki Hacer-ül Esvet, Müslümanlar hala bu taşı öperler) ve Al-Lat’a inananlar da bu siyah taşa tapınırlardı.
(Dusares) (Al-Lat)
Sabianlar (Sabilier), Harran tarafında yerleşmişlerdi ve Ay Tanrısına taparlardı. Burada hasat zamanında buğdayın toplanması ve öğütülmesi zamanında Sabiiler ağlarlardı, çünkü Tanrı Davuz(ismden emin değilim) tıpkı Tammuz gibi ölürdü. Sabiiler için buğday ve ekmek çok kutsaldı. Çünkü bunlar Davuz’un etiydi, tıpkı İsa’nın eti olması gibi (ve Dionysos’un kanının şarap olması gibi). Bu nedenledir ki, bugün Anadolu’da hala ekmek yere düştüğü zaman öpülür ve başa konur, ekmek ve buğday kırıntısına basmanın büyük günah olduğuna inanılır ve ekmek bıçakla kesilmez. Çünkü buğday, bu bölgenin ana besiniydi, insanlar bunu yiyerek hayatta kalırlardı ve buğdayın içindeki besleyici enerji onlar için çok kutsaldı.
5. BABİL, MARDUK, ENUMA ELİŞ (YARADILIŞ DESTANI) VE TEK TANRIYA GEÇİŞ
Marduk, tıpkı Tammuz gibi başlangıçta bitki, ağaç ve tarım tanrısı iken, Semitik ırkın etkisiyle güneşle de özdeşleştirilmeye başlanmıştır. Marduk, Babil kentinin tanrısıydı, kentin güçlenmesiyle bu tanrı da güçlendi. Çünkü o dönemde hangi kent diğerlerinden daha güçlüyse o kentin kralı baş kral, o kentin tanrısı da baş tanrı oluyordu. Marduk, M.Ö. 20 yy.da Kral Hammurabi tarafından baş tanrı ilan edilmiş, M.Ö. 16 yy.da Kral Buhtunnasr tarafından Tek Tanrı ilan edilmiştir (bu açıdan Marduk tarihteki ilk tek tanrıdır, M.Ö. 12 yy.daki Mısırlı tek tanrı Aton ve Musa’nın tek tanrısı Yehova/Yahve/Elohim’den çok daha önce). Ancak Kral Buhtunnasr, bu tek tanrı kabulünü kendiyle sınırlı tutmuş, ulusuna yayma gücünü gösterememiştir.
(Marduk)
Enuma Eliş (“gökyüzünde” anlamına gelen Sümerce kelime… Destanın anlatan şiirin ilk sözüdür ve destan bu nedenle bu isimle adlandırılır) Yaratılış Destanı’na göre Tanrı Marduk, ilk kaosun canavarı Tiamat’ı (tuzlu suların da kişiselleştirilmesidir, Marduk tatlı ve tuzlu suyu birbirinden ayırmıştır, tatlı-tuzlu suyun birbirine karışmadığı Kuran’da da geçer ve Müslümanlarca “o dönem bilinemeyecek şeyler Kuran’da yazıyor” diye yorumlanır; oysa Enuma Eliş destanı, Kurandan binlerce yıl öncedir) öldürür ve böylece “yeryüzünün ve gökyüzünün efendisi” olur. Tiamat’ın yarısından gökyüzünü, diğer yarısından yeryüzünü yaratır; Taimat’ın damarlarından nehirleri, kemiklerinden dağları yaratır. Böylece dünya daha önce soyutken, somut bir hale bürünür. Marduk, tanrıların tanrısı konumuna gelir, tanrılara hizmet için insanlar yaratılır. Diğer tanrılar kendi güçlerini ve isimlerini Marduk’a verirler, böylece Marduk’un 50 kadar ismi olur (Allah’ın 99 ismi gibi). Marduk ve eşi Belti, Tammuz ve İnanna’nın Babil versiyonudur, kutsal evlilik ve birçok konu benzerlik gösterir.
Asurluların bölgede güçlenmesi ile kendi tanrıları olan Tanrı Asur güçlenmiş ve Marduk önemini kaybetmiştir. Asur, Marduk’un tüm tek tanrılık özelliklerini almıştır. Asur’da da ağaç motifi karşımıza çıkar çünkü Tanrı Asur bir ağaç şeklinde tecelli ederek dünyayı yaratmıştır. Yahudilerin ataları, Tanrı Asur ile tek tanrıyla tanışırlar ve Kabala inancı başlar (Vikipedi’den Kabala için bilgi: Kabbala alimleri fikirlerini Zohar'da kaydetmişlerdir. Tanrı birdir. Bütün varlıklar ondan doğmuştur. Onun varlığında anlayış, hikmet meydana gelmiştir. Hikmet baba, anlayış ise anadır. Bunlardan oğul olarak ilim doğmuştur. Akıldan Azamet ile Kudret meydana gelmiştir. Bunlar Tanrı'nın iki kolu mesabesindedir. Tanrı bunların birincisiyle hayatı doğurur: İkincisiyle onu yok eder. Kabbala tefekkürüne göre Tanrı hiçbir çıkar düşünmeden sevmek (aşk) ve kalp nuru aracılığıyla, ruh kendi benliğinden tecerrüt eder, aslına kavuşur. O zaman Tanrı'nın irade ve tefekküründen başka kendisinin irade ve düşüncesi kalmaz. İnsan için böyle bir İlahi Aşka malik olmak büyük nimettir).
Böylece zamanla Yahudilik İnancı gelişir, Sümer’in eski tanrıları meleklere, peygamberlere ve şeytanlara dönüşür (Tek Tanrı gene yalnız kalmaz).
Muhammed’in amcası tüccardı ve kervanlarla büyük bir bölgede gezinirken yeğenini de beraberinde götürürdü. Muhammed delikanlılık çağında, kendisinden yaşça çok büyük olan Hatice ile evlenerek, onun sahip olduğu kervan sayesinde ticarete ve seyahatlere devam etmiştir. Bu ticaretlerde ve seyahatlerde geçmiş efsaneler ve Yahudi dini hakkında birçok bilgi edinmiş ve bunlarla İslam dinini kurgulamıştır.
6. SÜMERLİLER’DEN BAZI SAYILAR
Sümerliler, gökteki 12 burcu ilk kez keşfeden uygarlıktır. Bir gün 12 saatten oluşuyordu ama 1 saatleri bizim 2 saatimize eşitti, yani toplamda yine 24 saat. İsa’nın 12 havarisi bu burçları temsil eder. Çünkü Sümer inancına göre burçlarda birer tanrı otururdu ve güneş tanrısı bu burçlerı ziyaret ederdi (her 2150 yılda bir güneş başka bir burca denk gelirdi ve Sümerliler bunu hesaplamışlardır).
Bugün Yahudilikteki ve Hıristiyanlıktaki 7 kollu şamdan, Sümer’in meşhur ağacını ve yedi seyyareyi temsil eder. Tek tanrılı dinlerdeki cehennemin 7 kapısı, Sümer’in yer altı dünyasının 7 kapısı olmasından gelir.
Sümer’de sayı sistemi onluk değil altmışlıktı. En büyük tanrı Enlil’in sayısı 60’tı. Ay tanrısı Nanna’nın sayısı 30’du (ayın 30 gün çekmesi).
Sümerliler, gökyüzünü 3’e ayırmışlardı; Kuzey Gökyüzü, Orta Gökyüzü ve Güney Gökyüzü. Bunlardan biri görünürken diğeri ufukta belirir ve bir diğeri batardı.
“İlah” kelimesi Ebced Hesabına vurulursa, karşılığı 36 çıkar. Çünkü güneş ve ay kendi yörüngelerini izlerken, her ikisinin menzilleri, bu 12 burca çok yakın olur. Bu burçlar 36 ana yıldızdan oluşur. Çünkü 3 gökyüzü ve 12 burç 3x12=36. İlmukah, yani İlah, İslamiyet’e Ay Tanrısı olarak geçmiştir (Kabedeki Ay Tanrısı Al-İlah, Allah olarak değişmiş ve Muhammed tarafından tek tanrı ilan edilmiştir).
Tanrılar Panteonunda Kim Kimdir, Nedir?
Anu (An): Sümer, Akkad ve Babil mitolojisinde göklerin tanrısı ve tanrıların kralı. Babilliler onu rüzgar tanrısı Enlil ve toprak tanrısı Enki'den (Ea) oluşan bir tanrılar üçlüsüyle ilişkilendirirler çoğunlukla. Babil kralının yeryüzündeki temsilcisi olduğu düşünülür.
İştar: Mezopotamya mitolojisinde, Babil ve Asurluların baş tanrıçası. Sümerler ona İanna ve Fenikeliler Astarte adıyla tapındılar. İştar, tüm yaşamın anasıydı. Bereketi getirir ve insanları hastalıklardan korurdu. Cinsel şehveti, sevgiyi temsil ederken aynı zamanda bir savaş tanrıçasıydı da. Her iki zıt kutbu bir arada bulunduran karakteri Gılgamış Destanı'nda çok iyi yansıtılır. Onunla ilgili en iyi bilinen efsane bitkilerin tanrısı Tammuz'u (Dumuzi) görmek üzere yaptığı ziyarette, yeraltı kraliçesi Ereşkigal tarafından tutsak düşürülmesidir. İştar ve Tammuz'un birlikteliği yaşamın baharda yeniden canlanışını sembolize eder.
Enlil: Sümer ülkesinde, krallık veren Nippur tanrısı. Rüzgarın efendisidir. Sıralamada giderek gölgede bıraktığı An'ın ardından ikinci yeri alırdı.
Enki: Sümer toprak tanrısıdır; Eridu kökenlidir. Toprağın içinde tatlı sular ülkesinde yaşar. Enki cin kovan (bu işlem arındırıcı suyla yapılırdır), teknikleri icat eden ve bilgeliği kişileştiren tanrıdır.
Marduk: Babilin baş tanrısı. Marduk kültü Hammurabi (MÖ 18. yüzyıl) hükümdarlığı döneminde önemli bir yere sahipti. Enuma Eliş'te Marduk'un, Babil panteonun en üst makamına kadar yükselişi anlatılır. Ea ve Damkina'nın oğludur. Devasa endamı, iki kafası ve alevler saçan nefesiyle bir ejderha biçimi alarak, diğer tanrılar tarafından Tiamat'ı öldürmek üzere gönderilmiştir. Tiamat'ı öldürdükten sonra onun bedeninden toprağı, suyu ve gökleri yaratır.
Enuma Eliş: Babil yaratılış mitosu. Hikayeyi oluşturan motiflerin büyük çoğunluğu Baal'ı anlatan erken Ugarit mitlerinden ödünç alınmıştır. Metin yedi tabletten oluşur.
Gılgamış: Ölümsüzlüğü arayan insanoğlunun öyküsünün anlatıldığı uzun bir Akkad şiirinde adı geçen kahraman. MÖ 3. bin yılın ilk yarısında Güney Mezopotamya'daki Uruk'ta hüküm sürmüştür. Destana Gılgamış'ı anlatan erken Sümer hikayeleri kaynaklık etmiş olmalıdır. Gılgamış'la ilgili ilk opera Nevit Kodallı tarafından bestelenmiş ve 1965'te Ankara'da sahnelenmiştir.
İZNİK VE ÇEVRESİ
Marmara Bölgesi’nin Güney Marmara bölümünde yer alan göl. Marmara Bölgesi’nde bulunan Pamukova – İznik – Gemlik Körfezi çöküntü alanının ortasında yer alır. Kabaca elips şeklindedir. İznik Gölü’nün kuzeyinde Samanlı dağları, güneyinde Avdan Dağı vardır.
Yüz ölçümü 298 km2dir. İznik Gölü, Marmara Bölgesi’nin en büyük gölüdür. Oldukça derin bir göldür. Su yüzeyi denizden 85 m daha yüksektir. İznik Gölü’ne su taşıyan en önemli ırmaklar, Karadere ile Kocadere (Sölöz) akarsularıdır. Ayrıca dipte bulunan karstik kaynaklar ve yağmur sularıyla da beslenir. Garsak (Karsak) Suyu gölün fazla sularını Gemlik Körfezi’ne boşaltır.
İznik Gölü’nün suları düzenli olarak ocak ayından mayıs ayına kadar yükselir. Su düzeyinin en alçak olduğu ay aralık ayıdır. Gölün çevresinde zeytinlikler, bağlar ve bahçeler vardır. İznik Gölü’nün suları tatlıdır. Gölde sazan, yayın balığı ve kerevit yaşar. İznik Gölü ve çevresi turistik açıdan önemli bir yöredir.
“Burası beşinci iklimin yaşandığı yerdir. Suyu ve havası çok güzeldir. Bu gölün çevresinde 45 tane köy vardırki, bunlar bağlı bahçeli, camili, hamamlı, küçük birer çarşılı mamur köylerdir. Bu gölün suyunda cıvar ahali çamaşır yıkar. Hiç sabun sürmedikleri halde yinede bembeyaz olur. Bu gölde 70 çeşit balık bulunur.” Bu sözler 1648 yılında iznik’e uğrayan Evliya Çelebinin “seyahatname”sinde yer almaktadır.
İznik Gölü Cennet ülkemizin en güzel göllerinden biridir. Beşinci büyük gölümüzdür. Çevresindeki zeytin ormanlarının altın sarısı müşküle üzüm bağları ve her mevsim binbir çeşit sebze ve meyvenin yetiştiği bitek topraklarının yaşam kaynağı; ilkçağın ‘Askanya’sıdır. (Ascanius) Mitolojiye göre; bolluk, bereket, şarap ve toprak tanrısı ‘Dionizos’un yıkandığı yerdir. Bir teknotik çukur içinde oluşan İznik Gölü’nün yüzölçümü 310 kilometrekaredir. Doğu-batı doğrultusunda uzanan bu elips şeklindeki gölün uzunluğu 33 km. genişliği 12km. çevresi 95 km.dir. En derin yeri 87 metre yüzölçümü 303 kilometre karedir. Denizden yüksekliği 85 metredir.
Samanlı dağları ile Avdan ve Gemiş dağlarının arasındaki çukur bir alanda bulunur. Binlerce yıldır bu gölün suyunu yağışlar ve dipsu kaynakları ile, gölün hemen güneyinde uzanan Avdan ve Gürle dağlarından gelen Sölöz Deresi, Ekinlik Deresi, Seki Deresi, Karabük Değirmenderesi, Şaraphane Deresi ve daha 30′u geçkin, kışın ve bahar aylarında gölü besleyen küçüklü büyüklü dereler sağlamaktadır. Genellikle tatlı, çok az miktarda sodalı bir tadı vardır. Bu tadın tabanında bulunan kükürtle karışmasından geldiği tahmin edilmektedir. Kıyılarının çoğu yeri kumluktur. Bazı yerleri sazlık ve bataklıktır. Eski kaynaklara göre boyu iki metreyi aşan Sazan ve Yayın balıklarının yakalandığı bilinmektedir. İsmini sazlıklardaki yaşantı tarzına borçlu olan Sazan balığının sevdiği durgun, sıcak, sığ ve çamurlu su, gölün genellikle sazlık kısımlarında mevcuttur. Fazla sular Gölyazı (Karsak) Deresi ile Gemlik Körfezi’ne akıtılmaktadır. Son yıllarda bu bağ DSİ’ce tamamen kesilmiştir. Zira kurulan sulama kanalları ile tarım alanları sulanmaktadır.
Bu su yolu ilk çağda “ulaşım” için de kullanılmıştır. Tarih öncesi devirlerde İstanbul Boğazı, çeşitli nedenlerle kapatılınca Marmara Denizi’nden Karadeniz’e; Gemlik Körfezi Karsak Suyu ile Askanya Gölü’ne (İznik Gölü) geçilmekte, oradan da Sangarios (Sakarya lrmağı) yolu ile Karadeniz’e ulaşmaktaydı.
Ama İznik gölü ve havzası kanalizasyonlar kirletilmektedir. İlaç tankerleri artıklarını göle boşaltmakta, göl kıyısındaki kumlarda çalınmaktadır. Göle karşı bu ilgisizlikten dolayı bugün İznik gölü ve çevresi büyük bir tehlike altındadır.
Yüz ölçümü 298 km2dir. İznik Gölü, Marmara Bölgesi’nin en büyük gölüdür. Oldukça derin bir göldür. Su yüzeyi denizden 85 m daha yüksektir. İznik Gölü’ne su taşıyan en önemli ırmaklar, Karadere ile Kocadere (Sölöz) akarsularıdır. Ayrıca dipte bulunan karstik kaynaklar ve yağmur sularıyla da beslenir. Garsak (Karsak) Suyu gölün fazla sularını Gemlik Körfezi’ne boşaltır.
İznik Gölü’nün suları düzenli olarak ocak ayından mayıs ayına kadar yükselir. Su düzeyinin en alçak olduğu ay aralık ayıdır. Gölün çevresinde zeytinlikler, bağlar ve bahçeler vardır. İznik Gölü’nün suları tatlıdır. Gölde sazan, yayın balığı ve kerevit yaşar. İznik Gölü ve çevresi turistik açıdan önemli bir yöredir.
“Burası beşinci iklimin yaşandığı yerdir. Suyu ve havası çok güzeldir. Bu gölün çevresinde 45 tane köy vardırki, bunlar bağlı bahçeli, camili, hamamlı, küçük birer çarşılı mamur köylerdir. Bu gölün suyunda cıvar ahali çamaşır yıkar. Hiç sabun sürmedikleri halde yinede bembeyaz olur. Bu gölde 70 çeşit balık bulunur.” Bu sözler 1648 yılında iznik’e uğrayan Evliya Çelebinin “seyahatname”sinde yer almaktadır.
İznik Gölü Cennet ülkemizin en güzel göllerinden biridir. Beşinci büyük gölümüzdür. Çevresindeki zeytin ormanlarının altın sarısı müşküle üzüm bağları ve her mevsim binbir çeşit sebze ve meyvenin yetiştiği bitek topraklarının yaşam kaynağı; ilkçağın ‘Askanya’sıdır. (Ascanius) Mitolojiye göre; bolluk, bereket, şarap ve toprak tanrısı ‘Dionizos’un yıkandığı yerdir. Bir teknotik çukur içinde oluşan İznik Gölü’nün yüzölçümü 310 kilometrekaredir. Doğu-batı doğrultusunda uzanan bu elips şeklindeki gölün uzunluğu 33 km. genişliği 12km. çevresi 95 km.dir. En derin yeri 87 metre yüzölçümü 303 kilometre karedir. Denizden yüksekliği 85 metredir.
Samanlı dağları ile Avdan ve Gemiş dağlarının arasındaki çukur bir alanda bulunur. Binlerce yıldır bu gölün suyunu yağışlar ve dipsu kaynakları ile, gölün hemen güneyinde uzanan Avdan ve Gürle dağlarından gelen Sölöz Deresi, Ekinlik Deresi, Seki Deresi, Karabük Değirmenderesi, Şaraphane Deresi ve daha 30′u geçkin, kışın ve bahar aylarında gölü besleyen küçüklü büyüklü dereler sağlamaktadır. Genellikle tatlı, çok az miktarda sodalı bir tadı vardır. Bu tadın tabanında bulunan kükürtle karışmasından geldiği tahmin edilmektedir. Kıyılarının çoğu yeri kumluktur. Bazı yerleri sazlık ve bataklıktır. Eski kaynaklara göre boyu iki metreyi aşan Sazan ve Yayın balıklarının yakalandığı bilinmektedir. İsmini sazlıklardaki yaşantı tarzına borçlu olan Sazan balığının sevdiği durgun, sıcak, sığ ve çamurlu su, gölün genellikle sazlık kısımlarında mevcuttur. Fazla sular Gölyazı (Karsak) Deresi ile Gemlik Körfezi’ne akıtılmaktadır. Son yıllarda bu bağ DSİ’ce tamamen kesilmiştir. Zira kurulan sulama kanalları ile tarım alanları sulanmaktadır.
Bu su yolu ilk çağda “ulaşım” için de kullanılmıştır. Tarih öncesi devirlerde İstanbul Boğazı, çeşitli nedenlerle kapatılınca Marmara Denizi’nden Karadeniz’e; Gemlik Körfezi Karsak Suyu ile Askanya Gölü’ne (İznik Gölü) geçilmekte, oradan da Sangarios (Sakarya lrmağı) yolu ile Karadeniz’e ulaşmaktaydı.
Ama İznik gölü ve havzası kanalizasyonlar kirletilmektedir. İlaç tankerleri artıklarını göle boşaltmakta, göl kıyısındaki kumlarda çalınmaktadır. Göle karşı bu ilgisizlikten dolayı bugün İznik gölü ve çevresi büyük bir tehlike altındadır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)